29 Haziran 2010 Salı

CUMHURİYET'İN SEÇKİNCİ KÜLTÜRÜ

SANAT CEPHESİ HAZİRAN SAYISINDA ÇIKAN YAZIM

Bu ay ana dosya konusu olarak gazetelerin kültür-sanat sayfalarını ele almayı saptamıştık. Cumhuriyet Gazetesi bana düştü.


Günlük gazetelerin her şeye rağmen en iyisi olarak gördüğüm Cumhuriyet’i bir yazar olarak on yıllardır eleştiriyorum. Geçenlerde yaptığım son eleştiri yine polemik konusu haline gelmiş, gazetedeki dostlar da hayli üzülmüştü. Burada daha dikkatli yazmaya çalışacağım, umarım yeni kırgınlıklara yol açmaz.

Kültür-sanat bölümü yine on yıllardır eleştiri oklarımdan çok nasibini almıştı. Derdim neydi, şimdi ne? Sanatçılar ortalama insandan daha bireyci ve daha bencildirler bana göre. Tabii her yazar kendi yapıtlarının medyada daha çok yer almasını ister, bu karşılığı bulamayınca öfkelenebilir. Ben de buna benzer tavırları göstermişimdir, ermiş değiliz, insanız ne de olsa. Ancak Cumhuriyet kültür sayfaları bana göre yapıtlarıma yeteri ve gereği kadar yer vermiştir. Birçok yayın yönetmeni altında birçok dönemde. Derdimin kişisel olmadığını anlatmak istiyorum. Yayın dünyasındaki eleştirilerin çoğu kırgınlıktan, küskünlükten kaynaklanır ve o nedenle de içlerinde dikkate değer, önemli öğeler taşısalar da yeterince ciddiye alınmazlar. Oysa küskünlük ve kırgınlık haklı olduğu ölçüde ayıp da sayılmamalıdır ve bu duyguları ifade eden tepkiler bazen her şeyi kabullenen ermiş tavrından daha kıymetlidir. Ne ki, buradaki eleştiriler kişisel tepki ürünü değildir, bir partili yazarca yazılsa da “parti tepkisi” değildir.

İşte benim için yeni bir fırsat. Cumhuriyet Kültür’ü beğenmiyorum da, sorun bir bakalım, niye beğenmiyorum. 1 Nisan’dan 13 Mayıs’a dek 43 gün boyunca sayfaları inceledim. Saptamalarım şunlar:

Cumhuriyet’in kültür-sanat sayfalarında edebiyat haber ve yorumlarına öteki sanat-kültür dallarından daha az yer veriliyor. Edebiyat esasen Kitap Eki’ne bırakılmış. Bunu bir olumsuzluk anlamında belirtmiyorum. Edebiyat haberleri genelde küçük boyutta giriyor sayfalara, bazen biraz büyüyebiliyor. Ancak önemli görülen haberler yer bulabiliyor. 43 gün boyunca iki haber büyük boyutta verilmiş. Günter Grass’ın ülkeye gelişi, toplantıları ve onunla söyleşi (3 ayrı gün). Aslı Erdoğan’ın Sait Faik hikaye armağanını alışı (2 ayrı gün).

Genel bilgi anlamında sayfaların dökümü şöyle: Devamlı yazan üç köşe yazarı var: Zeynep Oral, Ahmet Cemal, Turgay Fişekçi. Zeynep Oral, ayrıca büyük yer tutan haber-yorum yazıları da yazıyor. Oral, bölümün en sık ve aynı zamanda kelime hesabıyla en çok üreten yazarı. Oktay Ekinci: Mimarlık ve mekanlar üstüne düzenli uzun yazılar yazıyor. Öteki yazılar da daha çok, plastik sanatlar, sinema, müzik, tiyatroyla ilgili. Başlıca yazarlar Evin İlyasoğlu, Sungu Çapan, Zülal Kalkandelen, Ayşegül Yüksel, Aslı Selçuk, Alper Turgut, Ceren Çıplak… Bir de Ayşe Emel Mesci. Tüm bu isimler arasında Turgay Fişekçi’yi saymazsak çizgisi, çizgimize yakın tek kişi var: O da sonuncusu. Buradan ne demek istediğimi biraz ima etmiş sayılırım; fakat daha da açmak gerekiyor.

En fazla yer kaplayan Zeynep Oral demiştik. Aslında Zeynep Oral’ın tarzını masaya yatırmak yüksek temsil özelliği nedeniyle Cumhuriyet kültür-sanatı anlamak için tek başına yeterli görülebilir. Evet, sol bir gazete olarak Cumhuriyet gazetesinin kültür sayfaları da neredeyse istisnasız solcularca hazırlanır ve sol bir renk taşır. Ama nasıl bir sol? Bu sol çizginin sosyalist bir çizgi olmadığı açık. Hatta anti-sosyalist yönü belirgin ölçüde baskın. Ama davamız kültür sayfalarını sosyalist çizgiye çekmek değil. Baştan izin vermemeliyim demagojiye. Bizim en genel anlamıyla sol gördüğümüz tavra-tutuma, Cumhuriyet Kültür’ün tavrı tutumu ne kadar yakındır, şimdi ona bakalım, problem buradadır:

“Uluslararası İstanbul Film Festivali müthiş coşkusu, çarpıcı, şaşırtıcı, olağanüstü, sıradan ve görkemli filmleriyle… İnsanı büyüleyen, şaşırtan, gülümseten, kahreden, öfkelendiren, isyana teşvik eden, bilgilendiren, insanın filmleriyle… Antidepresan “ilaç”larıyla, mayınlı alanları, bağımsızlık ve özgürlük savaşlarıyla… Anılarla beslenen, umutlarla desteklenen, tartışmalarla zenginleşen sohbetlerle… Ama en çok, en çok, sokaklara taşan her yaştan “gençlerin” tam bir şölen havasını yaşamaları ve yaşatmalarıyla sürüyor…” (8 Nisan)

43 günde Zeynep Oral’ın bulabildiğim en solcu paragrafı bu. Değerli Oral’a şunu sormak gerek: So what? Yani? Sanki dünya devrimci bir sanatın, devrimci bir sinemanın sert esen rüzgarlarıyla sarsılıyor ve düzene, adaletsizliğe başkaldırmış gençler arada biraz dinlenmek, moral güç toplamak için sinema salonlarına koşuyorlar, ardından barikatlara dönüyorlar!.. Zeynep Oral’la tanışmadık, yazılarından çıkardığım kadarıyla duyarlı, iyi bir insandır ve hayli de birikimlidir. Ayrıca Zeynep Oral gibi biri olmak çok isterdim, sırf göremediğim o görkem ve coşkunun hiç değilse bir parçasını fark edebilmek için. İzlemediğim filmlere bok atmak istemem, ancak takip ettiğim kadarıyla, dünyayı ve ülkemizi kan ve pislik götürürken hakikaten öyle filmler olsa ve bunca izleyicisi bulunsa, etrafın hali böyle mi olurdu ya!

CHP’ye Seçkinci Denir Ya!

Zeynep Oral’ın başka bir makalesinden:

“Tatatatataaaaaaam... Kozan Kalesi’nin tepesinde, en yüksek kulenin dibindeki düzlükte çiçekler ve beyaz tüllerle donatılmış yüksek bir tak ve bir platform. Nikâh masası platformun ortasında. Platformun arkadaki fon görüntüsü Çukurova ve Toroslar. Önünde ise, sıra sıra dizilmiş sandalyeler. Hepsi beyaz saten örtülerle “giydirilmiş”, süslü beyaz fiyonklarla donatılmış. İskemlelerin arasından gelin arabasının varacağı yere kırmızı bir halı uzanıyor. Öğleden sonra saat üç buçuk. Hoparlörlerden enfes bir müzik yayılıyor...

İskemlelerde kaynaşmış, bütünleşmiş ama tuhaf bir kalabalık... Bir yanda hayatta güneş yüzü görmemiş de güneşi gördüğü an açılmış saçılmış, pembe beyaz hanımlar... En cart renkler içinde, mavi, mor, eflatun, turuncu taftadan geniş dekolteli uzun elbiseler içinde... Başlarında tüylü ya da çiçekli şapkalar... Öte yanda, daha koyu renklerde ama şıklıkta ve pırıltıda hiç de geri kalmayan Kozanlılar...

Gelin Rosa Mary İrlandalı... O da İrlanda’dan düğüne gelen 30 kadar aile ve arkadaşları gibi pembe beyaz. Damat Fatih Poyraz, Çukurova güneşiyle kavrulmuş yağız bir delikanlı, Kozanlı.

Gözler araba yolunda, kaynaşmış toplulukta telaş artıyor... El kol ve beden diliyle konuşuyorlar... İşte gelin arabası, göründü, kıvrıla kıvrıla yamacı çıkıyor.

Gelin arabadan indi alkış koptu. Belfastlılar ve Kozanlılar dalgalandı.

İşte Rosa Mary babasının kolunda kırmızı halıda yürüyor, arkasında bir örnek giyinmiş nedimeleri...

Herkes yerini aldı. Müzik sustu. Başkan, öğütlerle espriler arası bir konuşma yaptı. Her derde deva Duru Çiftçi tercüme etti. İmzalar atıldı. Ayaklara basıldı. İki tarafın da anneleri, babaları ağladı. Arkadaşlar teselli etti. Çocuklar koşuştu. Herkes birbirine sarıldı.. Sarılıp sarılıp kucaklaştılar, öpüştüler. Bol bol fotoğraf çekildi. Müzik yine her yana yayıldı...

Sıra tam şampanyaları patlatmaya gelmişti ki, benim konferans saatim diyerek fırlayıp kaleyi terk etmem gerekti.

Fellini ya da Emir Kustirica’nın filmleri, yaşadığım o güzelim ve büyülü gerçeklik karşısında inanın çok sıradan kalırdı... ” (11 Nisan)

Evet, bu tarz sadece Zeynep Oral’a özgü değil ne yazık ki. Öteki yazarların çoğu da tarihin bir kesitinde sıkışıp kalmışlar. Sanki 80 darbesi sonrası yıllardayız. Sanki sadece sol siyaset üstünde değil, genel anlamda siyaset üstünde ağır yasaklar var. Sanki kültür-sanat sayfalarının yazarları her an yakalanıp içeri atılmanın korkusunu yaşıyorlar. Uzun paragrafları arasında azcık siyasi, azcık sol bir cümleyi ima yoluyla ifade ettiklerinde cuntacıların hışmına uğrayacaklar. Garip!

Cumhuriyet’in kültür sanat sayfaları sadece Celal Üster döneminde değil, ondan önceki dönemlerde de öteki sayfalardan şizofrenik bir yarılmayla tümden ayrıydı. Gazeteyi alırsınız elinize, ülkenin ne kadar karanlığa sürüklendiğine dair, bazıları biraz abartılı kasvetli yorumlar, berbat haberler, boğucu bir tablo. Kültür sayfalarına gelirsiniz, siyasetten, toplumdan, halktan, sokaktan yalıtılmış, steril, şıkır şıkır güzel kokulu ortamlar...

Anlatabiliyorum artık değil mi? Sanat illa mücadele sanatı mı olmak zorunda? Hayır böyle bir iddiam hiç olmadı. Öyle sanat baskın çıksa iyidir de, mücadelesiz iyi sanatı da severiz. Sanat illa halkın içinde, sıradan insana hitap edebilecek biçimde mi olmak zorunda? Hayır, böyle bir iddiam da olmadı. Ama bu kadar elitizm? Bu kadar burjuva seçkinciliği ve artı piyasacılık?? Buradan devam edeceğiz, şimdi Oral’dan son alıntı:

“Sicilya’nın Ragusa kentinde Uluslararası Rotary Kulüpleri tarafından düzenlenen, Palermo Universitesi ve Ragusa Belediyesi’nin işbirliğiyle gerçekleştirilen “Akdeniz: Uygarlıkların Özü” başlıklı toplantıda, bir hafta boyunca birlikte çalışmış; kendi ülkeleriyle “Akdenizli olmak” ilişkisini tartışmışlardı. Rotari Kulüpleri’nin gençlik kollarına yönelik bu etkinliğe katılabilmek için ülkelerinde sınavlardan, elemelerden geçmişlerdi. Onlara rehberlik eden 8 konuşmacıydık: İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan, Mısır, İsrail, Fas ve Türkiye’den öğretim üyeleri ve yazarlardık...” (18 Nisan)

Başka Bir Yaklaşım Mümkün!

İlişkileri ve tavrı bundan daha iyi özetleyebilir miyim? Yanlış anlaşılmasın bu ilişkilere ve tavra bir genel sol gazetede hiç yer yok demiyorum. Ama bu tavır yazıların onda dokuzunun tavrıysa? Ben yanıtlamayayım, siz yanıtlayın.

Turgay Fişekçi örneğin aşağıdaki paragraflarda keskin bir solculuk ve komünizm propagandası mı yapıyor? Hayata bir sanatçı olarak şöyle bir bakış içinde çoğunlukta görmek istediğimiz budur ve onu yansıtıyor:

“Şu ekonomik göstergeler denen sayıları ya da olguları nasıl yorumlamak gerektiğini de anlayabilmek güç.

Hemen her gün basın yayın organlarında Yunanistan’ın battığı, Türkiye’nin ise çok iyi durumda olduğuna ilişkin haberler yayımlanıyor.

Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne bakıyorsunuz, dünyadaki 177 ülke arasında Yunanistan 25., Türkiye 79. sırada. Türkiye cinsiyet eşitsizliğinde daha da diplerde, 111. sırada.

Çıplak göz de aynı şeyi söylüyor: Meriç’i geçer geçmez, motosikletler üzerinde dolaşan, kahvelerde, lokantalarda erkeklerle eşit oranda yer alan kadınlarla karşılaşıyorsunuz. Yaşamak eylemi, ortak bir şenliğe dönüşmüş. Meriç’in beri yanında ise kadın toplumsal hayattan elini çekmiş; kahvede, sokakta erkek egemen, yoksul, mutsuz bir toplum.

1971 askeri darbesi olduğunda, sıkça yinelenen bir ekonomik hedef vardı: 2000 yılında Türkiye, İtalya ile eşit gelişmişlik düzeyine erişecek, deniyordu.

Yıl 2010. İtalya ekonomik büyüklük bakımından bizim iki katımız, kişi başına düşen gelir bakımından üç katımız, dışsatımı bizimkinin dört katı, İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde, yeryüzünün en yaşanılası 18. ülkesi.

Çıplak göz de aynı şeyi söylüyor: Ülkenin kuzeyinden güneyine, bir uçtan bir uca ekilmemiş, işlenmemiş bir karış toprak yok.

12 Nisan sabahı, Vatan gazetesinin manşetine bakıyorsunuz, ülkemizin en verimli tarım alanlarından Gediz Ovası boydan boya satılık tarla ve traktör tabelalarıyla donanmış. Çiftçilerimiz hacizlerle, hapislerle boğuşuyor.

Bir de şunu anlamalı: Gelişme, kalkınma yalnızca sayılarla olmuyor. Gelişmenin insani olabilmesi gerek.

Biz yirmi beş yıl önce kent içi ulaşımda elektrikli troleybüsleri kaldırdık. İtalya hâlâ kullanıyor. Otobüsler de doğalgazlı. Onların kentlerinde hava pırıl pırıl, tertemiz; bizde Taksim’de, Kadıköy’de, Üsküdar’da, kim bilir daha nerelerde, kentlerin en işlek alanlarında belediye otobüslerinin saldığı egzoz gazlarından zehirlenmeden yürüyebilmek mümkün değil.

Hangisi gelişmişlik, hangisi insani?” (14 Nisan)

Hayata böyle bir bakıştan güzel sanat çıkar. Sol sanat çıkar. Böyle bir çizgi Cumhuriyet’te hakim olsa diyecek az şeyimiz kalır. Hatta Ahmet Cemal’in, topluma uzak ama hiç değilse erdemli havasına da fit olabiliriz:

“Ve bu arada: Artık herhangi bir büyüklüğü arayan ve isteyen de kalmadı. Şimdi çoğunluk, her alanda kalıcı büyüklüğün değil, ama isterse sadece birkaç aylık veya bir yıllık olsun, bir anda uçup gidebilecek ünün peşinde. Böylesi, bir yanardağın birkaç saatte koca bir kıtayı karartabildiği bir dünyada, çok gerçekçi diye nitelendirilmeyi hak eden bir tutum olabilir!” (23 Nisan)

Tabii Ayşe Emel Mesci’nin şöyle bir yaklaşımı tercihimizdir:

“Günümüzde tarihle yüzleşme adına yapılan tartışmalar içinde, tüm bu mücadele ve onu vermiş fedakâr insanlar, çok büyük bir komplo içinde kullanılmış piyonlar olarak sunulmak isteniyor. Buna hiç katılmıyorum. O gençlerin hiçbir çıkar gütmeden, bu yurdun makus talihini değiştirebilmek için tarihin öznesi haline gelmeye çalıştıkları unutulursa yakın tarihimiz doğru anlaşılamaz diye düşünüyorum” (19 Nisan)

Atlanan Haberler

Aynı dönemde kültür sayfalarında İşçi Filmleri festivaline yeterli sayılabilecek yer verilmiş. Bu güzel. Emek Sineması’nın yok edilmesine karşı eylemlere de çok yer verilmiş, o da güzel. Haber seçimi önceliklerinin hepsi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Örnek ver, dediğinizi duyar gibiyim. Hani bu dönem çok sol, sosyalist sanat etkinlikleri gerçekleştirilmiş de Cumhuriyet mi vermemiş, diyebilirsiniz. Bakın kültür sayfalarına en azından şu haberlerin girmesi, geniş olarak girmesi gerek diye düşünüyorum: Başbakan’ın edebiyatçıları çağırması, bir bölümünün gitmesi, tartışmalar, bir bölüm edebiyatçının protesto etmesi. Görülmeyecek bir haber mi bir kültür sayfası için? (Davete Cumhuriyet’ten üç yazarın da katıldığı gizlenmek istemiştir belki.) AKP’nin açtığı kısa film yarışması ve ona karşı açılan kampanya. Ataol Behramoğlu’na karşı AKP’nin açtığı dava ve Behramoğlu’na destekler. Volkan Konak’ın, Pepsi reklamını geri çevirmesi…

Şimdi dönelim edebiyat için seçilen en önemli haberlere: Günter Grass. Adam Ermeni ve azınlıklar meselesiyle ilgili gelmiş ve bize “tarihinizle yüzleşin” buyruğu veriyor. Cumhuriyet geniş geniş o samimiyetsiz görüşlere yer ayırıyor. Şizofreni dediğim şey bir de bu işte. Ve görüşmeyi yapan kişi “Beyefendi siz Naziliğinizi daha geçenlerde itiraf etmek zorunda kaldınız, bu nasıl tarihle yüzleşme!” diyemiyor. Öteki Aslı Erdoğan haberi. Bir ödül koyarsınız, o ödülün büyük ödül olduğunu bir şekilde topluma kabul ettirirsiniz, kendinize göre bir jüri oluşturursunuz, kendinizden bir yazara ödülü verirsiniz, o da önemli haber olur. Cumhuriyet onu seçer iki gün verir, vermek zorundadır, çünkü haberdir! Anlatabildim mi sonunda?

Bu zihniyetin baskın bulunduğu soldan sol, sanat çıkmaz, iyi sanat da çıkmaz. Okur böyle istiyor denir. Yanlış. Okuru bu hale getiren seçkinci-piyasacı kültür çizgisidir bence. O çizgi gazeteyi sattırır mı peki? Bir yere kadar. Çok da sattırmadığı ortada.





Site Meter

26 Mayıs 2010 Çarşamba

SANAT CEPHESİ MART SAYISINDA ÇIKAN YAZIM:

ABDURRAHMAN, ALEYNA VE TEKEL’DEN ÇOK ÖZNEL İZLENİMLER




“Aydınlar”ın zırt pırt imza toplamasına ve ardından kurula kurula bunları ilanına oldum olası karşıyım. Onca yıl sonra Kürt Açılımı nedeniyle yeni bir destek imza kampanyasıyla karşılaştığımızda ve ardından bizimkilerin karşı seçeneği sunan imzaları gündeme geldiğinde, tutumumu değiştirmek zorunda kaldım. İmza atmakla kalmayıp imza topladım. Sonra Tekel Direnişi başladı ve yeniden bir imza kampanyası. Ne yapalım dedim, buna da bir imza çakacağız artık. Üstelik suça daha çok sayıda başkalarını da ortak ettim. Hemen ardından bu kez Tekel için Genel Grev çağrısı imzaları!.. Yok artık, dedim kendi kendime, buna karışmam. Ne var ki Kemal Okuyan beni ikna etti. Bir imza da oraya...



İmza konusu ayrı bir hikaye de, şu “sanatçıların”ın, halkın ve emekçilerin mücadelesine aydın desteği konusunda bazı çekincelerim vardı. Sadece bir tanesi: Aydınız hadi tamam da, destek verdiğiniz halk sizi tanımıyorsa bu desteğin ne kıymeti olur, diye düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum. Edip Akbayram’ı tanır Tekel işçisi, gelip oraya bir konser verdiğinde coşku yaratır, değer karşılıklı olarak değer artırır. Bir Yaşar Kemal tanınır. Ataol Behramoğlu’nun adı, şairliği duyulmuştur... Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Bizim gibi, benim gibi, kitapları bütün ülkede birkaç bin satan ve sanırım Tekel işçilerinden tekinin bile okumadığı eserlere sahip birinin halk katındaki aydınlığının ne kıymeti bulunabilir?



Sevgili Ahmet Yıldız beni Halk TV’de Gerçek Edebiyat programına çıkardı, Ankara’da 13 Ekim’de. Güzel bir söyleşi oldu. O iş bitince dedi ki Ahmet, ben Tekel direnişine gidiyorum şimdi, Ataol Behramoğlu bugün açlık grevi nöbetinde. Hem onu ziyaret edelim, hem işçileri görelim. Gelir misin? Geleyim, dedim yarı gönüllü, yarı gönülsüz. Gittik. Eşimle ve Ahmet’le birlikte.



Çadırları, direnişçi işçileri gördük, havayı kokladık. Sonra Tek Gıda İş’in Genel sekreteri Mecit Amaç geldi. Onunla tanıştık, işçilerle sohbet ettik bir süre. Ardından açlık grevindekilerin yanına girdik özel izinle, Türk-iş genel merkezi’ne.



İşçiler ve Ataol Behramoğlu bizi çok sıcak karşıladılar beklemediğim ölçüde. Beklemediğim diyorum, çünkü bende bir de takıntılı ölçüde faydacılık karşıtlığı vardır. Siyasi veya kişisel gösterişçi bir çıkar beklentisinin zerresi bulunsa bir etkinlikte, kendim de o tip biri gibi görülürüm korkusuyla oradan kaçarım. Ta başından beri bu davanın haklılığından kuşku duymadım. Ama desteğe giden siyasilerin, aydınların yaklaşımlarında acaba hiç mi yararcılık bulunmuyordu? Behramoğlu’nun doğallığını, işçilerin candan yaklaşımını görünce bu belki mıymıntılık sayılabilecek ahlakçılık takıntısından o saniye kurtuldum. Yanlış doğru, art niyetli görülsün görülmesin, gözü karartmalı, ezilenin yanında yer almalı.



Orada Manisa’lı grubun içine düştük tesadüfen. Eşim’e de güzel sürpriz oldu, o da Manisalı’dır, ortak tanıdıkları çıktı. Abdurrahman Akyürek’i tanıdık. Kürt bir işçi. Babası 40 yıl önce gelmiş yerleşmiş, Manisa’ya. Kürtlük bilincini koruyan bir emekçi Abrurrahman, gerçi Kürt olduğunu anlamasınız konuşmasından, görünüşünden. Başka Kürt işçilerle de tanıştık. Biri Mehmet. Grevi hala sürdürenlerden. Niye Kürt Kürt deyip duruyorum, şundan. Böyle Kürt işçiler, işte on yıllardır anlatmak istediklerimizin kanlı canlı, etli kemikli örnekleriler. Sınıf bilinci, dayanışması öne çıktıkça herkes kardeş oluyor. Kürtlük meselesi en öne çıkınca sol bitiyor, solculuk bitiyor, etnik kavga kızışıyor. Tam da emperyalist-kapitalistlerin istediği, kurduğu tezgah. Böyle Kürtlerle herkes Kürt olur, onlar da en alasından Türk olur. Yeter ki kendi kavgalarını versinler. Bu memleket bizim desinler Abdurrahman gibi, kendi emeklerinin hakkını arasınlar. Emekçi düşmanlarının onlara biçtiği sahte özgürlük savaşçılığı misyonu geniş bir kesimce terk edilmediği müddetçe solun bu ülkede başarı şansı sıfırdır.



Neyse, Abdurrahman bana oradaki direnişçi işçilerin dramatik öykülerini anlattı. En ilginci kendi hikayesiydi fakat. Açlık grevinde 9. günüymüş. 7. günde bayılmış, hastaneye kaldırmışlar, bir serum yemiş, tekrar dönmüş. İlginç olan bu da değil. Kızı da yanındaydı. Aleyna. Siyah bant takmış alnına. Babasını desteklemeye gelmiş. Çünkü evde yemek yemiyormuş, babası evden uzak aç durdukça. Gel o zaman demişler, sen de gel. Grev salonunda da yemiyormuş gerçi, fakat işçilerden biri bazen ikna edip çıkarıyormuş dışarıya, lokantada az bir şey yiyormuş zoraki.



Abdurrahman ve Aleyna’yı, Sanat Cephesi’ne ana haber yapacaktım. Ertesi gün bir baktım ki, birçok gazete baş sayfadan vermiş onları, hem de fotoğraflarıyla. Haber atlatılmış olduk. Ne de olsa aylık dergiyiz.



Abdurrahman beni tanıdığını söyledi. Pek sanmıyorum, ama üstünde durmadım. Hemen ardından da hangi siyasi partiye yakın olduğumu sordu. Grupçuluktan, faydacılıktan nefret ediyorum ya, kem küm edeyim dedim, baktım olmayacak, ağzımdan zorla TKP adı çıktı. Hah dedi Abdurrahman, tam da adamıyla konuşuyorum. Burada şimdiden biz kazandık, dedi. İsteklerimizi tam alarak elde edemesek bile burada çok şey kazandık. Ama en çok siz kazandınız! Nasıl? diye sordum. Ben sosyalist falan değilim, dedi. Buradaki birçok işçi solcu bile değildi. Ama hepsi değiştiler. Buna neden sizin çalışmalarınız. Biz de sizden öğrendik, diye karşılık verdim. Halkla ne kadar temas edersek o kadar olgunlaşırız, çiğ tavırlardan, kibirden, kolaycılıktan uzaklaşırız. Önemli olan bir grubun öne çıkması değil, solun, emek bilincinin güçlenmesi. Bu bilinçle hareket etmeliyiz. Belli oluyor zaten, dedi Abdurrahman, buraya pek çok gruptan gençler geliyor. TKP’liler hemen kendilerini belli ediyor. En uyumlu, en olgun tavırları onlardan görüyoruz. Biz nelere şahit olduk. Bazen toplanıp geliyor bir grup, ellerinde bayraklar. Arkadaşlar, dışardan yanlış anlaşılıyor, istismara neden oluyor diye indirmelerini istiyoruz bayrakları. Bize küfredenler bile çıkıyor.



Ertesi gün miting için Kocatepe’ye gittik. Saat 2’de toplanıyoruz demişlerdi. Saat ikiyi geçiyordu, kimse yoktu, çok sayıda resmi polis ve panzer dışında. 2 buçuk oldu, baktık bir grup kızlı erkekli genç bir yere doğru yürüyorlar. Hah tamam, bunlar galiba eylemciler dedik, yanlarına vardık soracağız nerede toplanılıyor diye, gördük ki ellerinde telsizler, sivil polislermiş. Fakat yararlı oldular, az ilerdeki otuz kırk kişilik ilk toplanma grubuna gidiyorlarmış. Birlikte vardık TKP pankartlarının oraya, bakalım ne diyecekler diye. Olumsuz bir konuşma geçmedi bereket. Fakat bizimkilere bir şey soracağız, bir türlü göz göze gelemiyoruz, bizi de sivil sanıyorlar galiba. Eşim ve ben bir de domuz gribi olmuşuz, orada ayakta çok beklemeyelim alana daha yakın bir yerde oturalım diye aşağı yürüdük. İki vatandaş yüksek sesle aralarında konuşyorlar: “Bunların işi gücü kaos çıkartmak!” Galiba onlar da bizi sivil zannetmişler, nereden bilsinler sivil eylemci olduğumuzu. İkna edecek takadimiz yoktu, sadece geri zekalı olduklarını kendilerine tebliğ ettik. Kös kös uzaklaştılar.



Miting kortejleri görkemli şekilde alana girdi. Alper Taş’la kucaklaştık, Erkan Baş’la uzaktan selamlaştık. (O kadar grupçuluk olsun, gripiz ya!) Yüksek katılımlı bir mitingdi. Halk Evleri, ÖDP ve TKP kitlesi, Tekel ve Tek-Gıda İş işçileriyle birlikte birbirlerini kardeşçe alkışladılar, sloganlarına ortak oldular.



Bu yazıyı yazarken durum belirsizliğini koruyor. Tekel işçileri kaybetseler de bazı şeyleri kazandılar. Ama Türkiye’ye çok daha fazla şeyler kazandırdılar.





Site Meter

24 Mart 2010 Çarşamba

EVRİM AÇISINDAN DEVRİM TARTIŞMALARI -2-

Evrim Açısından Devrim üstüne tartışmalar Haberveriyorum.net de devam ediyor. Verdiğim ikinci cevap şu:

Önce Ali’ye ve Erkin’e teşekkür ederim, kitap hakkında yazılar yazdıkları ve tartışma başlattıkları için. Birbirimizi küçük çaplı hırpalasak da özlediğim tartışma havası böyle bir şey olsa gerektir. Şimdi kısaca Erkin’e bir yanıt verdikten sonra Ali’nin boşluk dediği noktalar hakkında bazı açımlamalar yapacağım.




Erkin diyor ki, Marx karşıtları genelde Marksizmin esasının bir yöntem olduğunu ileri sürerler, Marx’ın saptamalarına ve asıl davasına aykırı duruşlarını bu şekilde gizlerler. Ondan sonra da diyor ki, bana göre asıl Marksizm onun davasıdır, yani komünizmdir. Buradan yola çıkarak benim (Kaan A.) gibi komünizme inanmayan birinin Marksist olması imkansızdır. İlk söylediğimde, yani Marksizmin esasının onun yöntemi olduğunda ısrarlıyım. Durum Erkin’in söylediği gibi değildir bana göre. “Komünizme”, eşitlikçi topluma inanış Marx’tan yüzlerce hatta binlerce yıl önce de vardı, şimdi de Marxcı olmayıp komünizme inanan akımlar mevcut (anarşistler örneğin). Marx zamanında komünizme inanan Marx karşıtları Markçılardan çok daha kalabalıktı mesela. Sonradan “bilimsel sosyalizm” adı verilen akımın doğuşu tamamen Marx’ın (ve Engels’in) sosyalizmi ve komünizmi ilk defa bulunup uygulanan çok değişik ve kapsamlı bir yöntemle ele almalarından kaynaklandı. Elbette hedef pek çok solcu için sosyalizm, daha çok eşitlik, daha çok gerçek özgürlük. Ama bu yolda bir Marksistle, diyelim Şeyh Bedreddin’i veya Bakunin’i ayıran şey kullandıkları felsefe yöntemi. O yüzden komünizmi sadece güzel bir ütopya olarak gören, bunun hayalci yönlerine ve en çok ne kadar gerçekleşebileceğine işaret eden komünistlere, hatta “komünist” olmayan Marksistlere rastlarsanız şaşırmayın, alışın.



Şimdi Ali’nin işaret ettiği boşluklara ve eleştirilere gelelim. Bir tanesi şu örneğin, siyaseti genel olarak değerlendirdiğim, devrimci siyasetle burjuva siyasetini aynı kefeye koyma genellemesine düştüğüm gibi bir şey. Bu konu üstünde Politik Psikiyatri’de çok uzun durmuştum. Hatta o zaman yine Leninist olmakla birlikte anarşizme de açık kapı bırakan bir çizgideydim. Şimdi kapı yine kapanmadı anarşizme, ama dar bir aralık kaldı. Her eleştiri, her görüşten yararlanmak gerek diye düşünüyorum hala. Devrimci siyaset diye bir şey yok diyemem, ama şimdiye dek görülen bütün örnekleri, burjuva siyasetinden sadece amaçta ayrılmışlar. Sosyalist devrim amacı bir tarafa, yapılan sosyalist siyaset burjuva siyasetinden çok farklı değil aslında, özde, biçimde. Hatta bir bakıma onun aynısı sayılabilir. Anarşistlerin sosyalist siyasete getirdikleri en büyük eleştiri de bu zaten. Burjuva siyasetiyle burjuvaziyi ortadan kaldıramazsınız diyorlar Marksistlere, Leninistlere. Ne kadar izleyicisi olsam da Marx’ın yaptığı siyaset de burjuva siyaseti, Lenin’inki de öyle biçimsel anlamda, insan kavrayışıyla, kullandıkları neredeyse tüm araçlarla. Sadece amaç farklı. Peki bunu böyle düşünüyorum da niye anarşist ya da Troçkist değilim. Çünkü onlar da aynı şeyi yapmışlar. Farklı bir yöntem, biçim veya öze şu ana dek ulaşılamamış. Çünkü siyaseti insan yapıyor. Siyasetsiz hiçbir şey olmuyor bu insan toplumunda ve insan siyaset yapınca da ister sosyalist, ister faşist, ister liberal olsun, çok benzer şeyler yapıyor. Stalinizmi onca sert eleştirirken siyaset kurumunun içinde bulundukları için anarşistler de, Troçkistler de, liberaller de koyu Stalinisttir dememin esprisi burada. (Espri, ama komik olmayan espri.) Devrimci siyaset yapılacaksa (ki bir yakın dostun söylediği gibi, bu bok yenecekse) kuralına göre yapmak gerek. Bu kuralların en gerçekçilerini Lenin’de görüyoruz (Marx’ta da değil) . Söylediğim şey özetle bu.



Yapacağımız bütün siyaset sonuçta, kafamızdaki ideal insan ve onun düzeniyle, gerçek insan ve onun ihtiyaçları arasında, ikincisine daha yakın bir konumda somut koşulların somut tahliline dayalı ayarlamalar yapmak. “Yeni insan” yaratmak benim de ütopyam. Ama bir ütopya! Oraya doğru hamleler yapmak, gayret göstermek görevimiz. Bu gayret ve bu motivasyonun kısa, orta ve uzun vadeli yararları bulunur. Ne ki (bilimde hiçbir şey kesin değildir ya) en azından beş altı kuşak sonrasında bile buna ulaşılamayacağını bilmeliyiz. Tıpkı komünizm ütopyasında olduğu gibi. Bunu bilmek bazılarının motivasyonunu kırıyorsa, onlar varsın inkar etsinler, o da güzel. Ama bunu bilmediği için veya inkar ettiği için, gerçek insanla her karşılaştığında hayal kırıklığına kapılan ve bir süre sonra da kapitalizm kampına iltihak eden milyonlarca sosyalist bulunduğunu bildiğimden, acaba bu hayal kırıklıklarına karşı önceden onları uyardık mı, diye kendimize de sormalıyız. Uyarsak da çoğunun yine oraya gideceğini ayrıca bilmeliyiz. İşimize gelmeyen bilgileri reddederek ne kadar yol alabiliriz ki, nitekim alamıyoruz işte. Yeniliyoruz durmadan, bari niye yenildiğimizi bilelim, belki bu ilerde işimize yarar. “Üstinsan”la “yeni insan” pek farklı değillerdir aslında. İkisi de mevcut insanı aşmayı hedefler. İkisi de jakoben bakışın sonucu ulaşılmış kavramlardır. İkisi de buna birilerinin öncülük etmesi gerektiği gerçeğinin fark edilmesine dayanır. “Yeni insan” göremeyeceğimiz bir ütopyadır. Buna yakın örnekler bir süre sonra çıkacaksa, tüm toplumda birden aynı anda çıkmayacaktır. Önce bir azınlıkta çıkacaktır yeni insan, bu azınlık ötekileri yönetip yönlendirdiği zaman kalabalıklaşacaktır ancak.



Neden mi? İnsan farklı “yaratılışta”dır. Doğuştan temel özelliklerle gelir dünyaya. Eğitimle çevre koşullarıyla bunlar az veya çok değişir, kişilik ortaya çıkar. Burada kural şudur, herhangi bir özelliğiniz genetik olarak ortalamadan çok farklıysa, eğitim veya çevre koşulları ne yönde olursa olsun o özellik kişiliğinizde belirir. Genetikte her özelliğin bire bir karşılığı bulunmaz, ama örnek olsun diye söylüyorum ve her örneğin işin kaba temsili olduğunu baştan uyarıyorum. Diyelim çok yüksek, ortalamadan çok farklı bir cesaret geniyle doğdunuz. Ne kadar iyi veya ne kadar barışçıl felsefeyle eğitilirseniz eğitilin, sizin yeriniz daha çocukluktan başlayarak yüksek cesaret gerektiren bir ortama kayacaktır. İşte burada tüm öteki kişilik eğilimlerinize veya eğitim koşullarınıza, büyüdüğünüz ortama göre bir suikastçi de olabilirsiniz, kahraman bir asker de, başarılı bir polis de olabilirsiniz, devrimci de, mafya şefi de olabilirsiniz, otomobil yarışçısı da. Ancak toplumdaki bireylerin büyük çoğunluğu yine insan özelliklerinin büyük çoğunluğu açısından ortalamaya yakın genetik özellikler gösterirler. Yani herhangi bir yönde güçlü olmayan genetik kodlar. İşte bu büyük çoğunluk için, içinde bulunulan sistemin, yetişme koşullarının, eğitimin, rastlanılan kişilerin vs. kişilik oluşumunda etkisi çok daha büyüktür.



Fakat bir bütün olarak baktığımızda toplumları belli dallarda, ekonomide, askerlikte, bunlarla birlikte veya bunların üstünde siyasette çok daha yetenekli olan unsurlar yönetir. Bu unsurların toplamı bir azınlığı oluşturur. Jakobenizm gerçekliği de bundan ileri gelir, bunun zorunluluğu da. Siyasete, yönetmeye, bunlar için entrikalar kurmaya, gerektiğinde bunlar için çatışmaya toplumun bir azınlığı yatkındır ve sonuçta toplum bu azınlık içindeki siyasi çatışmalara, sınıf kavgalarına ve sonuçta buralarda kimin galip geldiğine göre yönetilir. İşin gerçeği bu eşitsiz doğuştan özellikler nedeniyle, kişilere üretim araçları karşısında aynı eşit koşulları da verseniz, aynı eğitimden de geçirseniz, birilerin belli işlerde başarılı, başka birilerin başka işlerde başarılı olmasını engelleyemezsiniz. Bugünkü eşitsiz toplumda bile bu böyledir. Bir bakarsınız işçi torunu ülkenin en zengin insanı olmuş, en zengin insanın torunu ise devrimciliği seçip öldürülmüş...



Evet, bazı insanlar yönetecek, bazıları yönetilecek. Bu öngörebildiğim sonraki toplum düzenleri için, birçok kuşak sonrası için böyle. Şu ana kadarki en “demokratik” burjuva düzenlerinde bile yöneten bir oligarşi olagelmiş. Sosyalist devrimlere bakın, hep azınlığın devrimi olmuş. Garip şekilde inkar etsek de bu azınlık içinde işçiler azınlıkta kalmışlar veya belirgin bir çoğunluk oluşturamamışlar. Sosyalist sistemler altında bile “komünizm” davası yine bir azınlığın özlemi olarak kalmış. “İnsan da insan” derken işte bu... Hastalıklı bir inkara dayanan sol ideolojiler, siyaset akımları (Frankfurt Okulu girişimi gibi iyi niyete ama yanlış felsefeye dayalı bir çıkış dışında) sürekli biçimde ana malzemeyi reddetmişlerse, kendilerini ve başkalarını kandırmışlarsa, işte bu devasa kof tortu üstünde şekillenen bilinçlerin, evrimi, biyolojiyi birden bire kabullenmelerini beklemek hayaldir.



Devrim öncesini hadi anladık, iş çok zor. Peki devrim sonrası sosyalist toplumlarda, o eşitlikçi düzene ve onca eğitime karşın “komünizm davası” niye halkın çoğunluğuna mal edilemiyor? Sebebi basit: Devrim süreklidir, toplum için de insan için de. Durduğun zaman gerilersin. Devrimcilik için şu dört genetik özellik gerekiyor en başta: Sorgulama yeteneği ve cesareti. Yüksek özveri-sorumluluk duygusu. Yüksek onur duygusu. Yüksek hak-eşitlik duygusu. Bunlardan biri zayıfsa devrimciliğiniz zayıflar. İkisi zayıfsa isterseniz SBKP Parti okulundan birincilikle mezun olun, devrimci olamazsınız. Bu dört özelliği düşünerek, ama kabaca saptadım. Başka biri üçe indirebilir, öteki yediye çıkarabilir, sonuç değişmez. İşte insanda (çoğunlukta) bu temel iyicil karakter özellikleri gelişmediği için sosyalizmi kursak bile devam ettirebilmemiz güçtür. O yüzden yapılması gereken bırakıp gitmek değil, daha çok çalışmaktır. Daha çok akılcılık, daha iyi liderlik, daha fazla eğitim, daha iyi organizasyon vs...



Erkin de soruyor ilk yazısında. Bunlar ne işimize yarayacak? Ne işimize yarayacak var mı, bir bina yapıyoruz... malzemeyi bilmemek var mı? Elimizde tuğla var sanıyoruz, halbuki kerpiç var. Kerpiçle de olur bu iş, ama kerpiçle sağlam ev yapmak çok daha farklı yöntemleri gerektirir, daha çok ustalık ister. Bu elimizdekinin tuğla olmadığını fark edelim bir yol, sonra çok fikir çıkar. Şu anda ben malzemeyi tanımlatmaya çalışıyorum. Daha ötesine istesem de yetişemem.



İnanın benim amacım, tartıştığım dostlara üstün gelmek değil. Seyirciye oynamak hiç değil. Bu yazının da ana hedefi zor da olsa, önce ilk muhataplarımı, yani Ali’yi ve Erkin’i iknadır. İkna olmasalar bile, bu yana da bir bakın düşüncesine getirebilmektir. Yöntem diyorum yine yöntem... Bu tartışmada Marksist tarafın benim tarafım olduğu hüsnü kuruntusu içindeyim. Bakın çok basit bir örnek: Erkin’in “21. Yüzyılın Sosyalizmi Neden Farklı Olmak Zorunda?” başlıklı yazısına bakın. Yöntem olarak Marksizm hafife alınınca insan ne kadar bilgili de olsa nereye varıyor. Çok önemliymiş gibi sosyalizmde idamın kalkmasını Erkin bir madde olarak oraya yazmış, bir de açımlamış. İdama ilkesel ahlaki bir tutumla yaklaşamazsınız oysa, Marksist tutum bu değil. Bir Marksist hiçbir zaman kendini bağlayacak (üstelik de gereksiz bir konuda) taahhütlere girmez. Bize ne, bir sosyalist toplum kurulur, o toplum kendi aklına ve gereksinimlerine göre idamı yasaklar veya devam ettirir. İnsanın insana öldürümlü şiddetinin ortadan kalkmadığı bir dünyada idamın kaldırılması boş bir aldatmacadan başka şey değildir. Sen idamı kaldırırsın, vatandaşın biri hem de tamamen masum birini öldürerek idamı uygular. Sen idamı kaldırırsın, adam bir süre sonra bir şekilde çıkar, başka birini daha idam eder (böyle on binlerce kurban vardır, bunun sorumluluğunu hiçbir idam karşıtı üstlenmez.) Sen idamı kaldırırsın, senin ajanın, polisin, silah çekti diye, teröre hazırlanıyor diye birilerini idam eder. (AB ülkelerindeki gibi.) İdamı kaldırırsın, ama Irak’ta bir buçuk milyon insanı idam edersin. İdama karşı olursun, Saddam’ın idamını onaylarsın. Ben olsam şöyle derdim: Bu düzen altında idam cezası da, kaldırılması da keyfidir, toplum ahlaklı ve adaletli olmadığı için adaletli ve ahlaklı yürütülemez. Biz idam cezası olmasın isteriz. İlerdeki sosyalist devletse belli gerekçelerle bunu kaçınılmaz görmüşse, belki geçici dönemler için çok yüksek dikkatle uygulanmak üzere, kaldırmayabilir, onlar adına söz veremeyiz.



Yine de buraya kadar gelebilmiş olmamız (Erkin’in bahsettiğimiz son yazısı dahil) güzel bir şeydir. Erkin’in işaret ettiği gibi aynı yanlışları tekrar etmemek duyarlılığı önemli bir noktadır. 21. Yüzyıl sosyalizminin nasıl olması gerektiğini düşünmek önemlidir.



Sevgiyle kalın. Kaan Arslanoğlu






Site Meter

19 Mart 2010 Cuma

EVRİM AÇISINDAN DEVRİM ÜSTÜNE TARTIŞMALAR

DEĞERLİ DOSTLAR,
Haber.sol.org.tr deki yazılarım devam etmekte. Size güzel bir site daha öneriyorum. haberveriyorum.net
Burada ilginç haberler, yorumlar, dünyaya sol mizahi bir bakış bulabilirsiniz.

İşte bu sitede "Evrim Açısından Devrim" kitabım üstüne üç ayrı yazı çıktı yakında. Bu yazılara birçok yorum yapıldı. Oradan izleyebilirsiniz. Aşağıda da söz konusu yazılardan birine benim verdiğim cevabı okuyacaksınız.

Değerli Arkadaşlar,


Bu “sevgi” “sevgisizlik” meselesi yanlış anlaşılmasın her şeyden önce. Sevgi böcekleri değiliz sonuçta. Kitapta “Soldaki sevgisizlik geleneği” diye bir bölüm var, ona atfen böyle bir mevzu açıldı. Bunu biraz da ben açtım aslında, ilk yazıya verilen yorumlarda yorumcuların birbirine insafsızca saldırması karşısında. Buradaki asıl sorun ne biliyor musunuz, bizler bu kötücül duygusallığa alışmışız ve bağışıklık kazanmışız da, dışarıdan ara sıra bizi izleyenlerde dehşet uyandırıyor. Sıradan vatandaşın solculaşmasını engelliyor. Yoksa işin esası bir yorumcunun belirttiği gibi soğukkanlı şekilde bilimsel tartışma üslubunu yakalamaktır.



Şimdi benim söylediklerim, aşağı yukarı on yedi yıldır söylediğim şeyler. Ama o kadar yeni şeyler ki bir bakıma, buradaki tartışmalara hakkıyla cevap verebilmem, her yeni kavramı yeni okura ilk kez anlattığımdan yeni bir kitapçık yazmamı gerektirir. Ben bunları dört ayrı kitapta anlattım, ne kadar özetlesem eksik kalacaktır. O yüzden şu satırlarla kısaca bir iki şey söyleyebilirim. Ali Mert’in “boşluklar var” dediği noktalar önemli, onlara cevap verecektim, ama bunları erteleyip, Erkin Özalp’a bir iki noktada cevap vermeliyim.

Anti-Marksist olma meselesi. Eğer Marksizmi felsefedeki bir yöntem olarak kabul edeceksek ki, bana göre Marksizmin özü, onun yöntemidir, ben asla anti-Marksist değilim. O noktada anti-Marksist olan Erkin Özalp’tır. Ama böyle bir yöntem sonucu Marx’ın ortaya döktüğü saptamalarsa Marksizm, o zaman Özalp haklı. O daha Marksist duruyor, benim tezlerim bir sapmayı ifade ediyor. Bu anlamdaki Anti-Marksistliği bile isteye kabul ediyorum.



Şöyle söylersem derdimi anlatmış olurum. Tek bir konuyu ele alalım. İnsan doğası. Kitabın ilk sayfasındaki epigraf Marx’tan. Onu oraya bilerek koydum. Marx “insan doğası” kavramını kullanıyor. Marx’ın insanın doğası diye bir şey olmadığını söylediği yanlıştır, başka birkaç yerde daha kullanmıştır bu kavramı. Ama Marx’a göre insan doğası değişmez bir şey değildir. Ayrıca insan doğası maddi yaşam koşullarıyla belirlenir. Genel anlamda Marx’ın bu iki saptamasına da katılıyorum. Ama genel anlamda. Marx bunu daha fazla açtığında yanlışa düşüyor ya da yanlışa düşürebilecek yorumlara açık ifadeler kullanıyor. Niye? Çünkü kullandığı bugün bile aşılamamış bilimsel yöntemi doğru, fakat elindeki veriler yetersiz. Marx Darwin’i biliyordu, ama ne demek istediğini kavrayamamıştı. Çünkü o devirde Darwin bile kendisinin ne demek istediğini tam kavrayamamıştı. Neden? Daha genler bilinmiyordu, mutasyon bilinmiyordu, evrimbilim ve biyoloji emekleme devrindeydi. Türleşme tam olarak nasıl cereyan eder, genetik neyi nasıl belirler bilinmiyordu. Marx bunları bilseydi benim gibi düşüneceğinden samimiyetle eminim.



Evet, insanın doğası değişmez değildir, değişir, ama sistemlerin değişmesiyle değil. İnsan doğasının değişmesi öncelikle genetik değişime, mutasyona bağlıdır. En son büyük mutasyon 150 bin yıl önce olmuş. Her an yine olabilir, ama bir yüz elli bin yıl daha gecikebilir. İnsanın tarihi Marx’ın bildiği, kurallarını kestirebildiği altı yedi bin yıllık tarih değildir. 150 bin yıl artı üç milyon yıllık bir tarihtir. İnsanın doğasını belirleyen maddi koşullar son altı yedi bin yıllık “uygarlık” koşulları değil, en az 150 bin yıl öncesini kapsayan maddi koşullardır. Bu maddi koşulları bilmek antropoloji ve evrimbilimle yakından ilgilenmeyi gerektirir. Ve her şeyden önce milyonlarca yıllık maddi koşulların ürünü olan insanın biyolojik yapısı tüm bu maddi koşulların “alt yapıların” günümüzdeki temsilcisi olan en temel maddi koşuldur. O biyolojik yapı sol entelektüellerin pek sevdiği terimle “özne” değildir yalnızca, daha fazlasıdır, tarihi maddi koşulların temsilcisi ve bizatihi maddi koşuldur. Onun bedensel ve beyinsel kapasitesi ve bu kapasitenin genetiği değişmedikçe değişmeyecek sınırları maddi yaşam koşullarının da sınırıdır. Uzatabiliriz…



Bütün bunları bilmek neye yarar? Havanın içinde havasız kalmamamızı sağlayanın oksijen olduğunu bilmek kadar hayati bir bilgidir bu. Birkaç pratik siyasi sonucuna değinecek olursam: Sosyalizmin bu doğaya ne bakımdan yakın ne bakımdan uzak olduğunu bilmek çalışmalarımızın tüm seyrini değiştirebilir. Örneğin burjuva demokrasisinin bu doğa açısından tam bir aldatmaca olduğunu kavrayabiliriz. Toplumlara gereken şey iyi diktatörlüktür. İyi diktatörlük proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Lakin diktatörlüklerin çok büyük çoğunluğu da kötüdür. Yani insanı ezer, yani sınıf farklılıklarını azdırır. Katılımcılığı savunmak, eşitliği savunmak, demokrasiyi, tartışmaya dayanan uzlaşmayı savunmak her zaman yapmamız gereken şeydir. Ancak bu çabalarımızın tam başarılı olması asla mümkün değildir. Bu çabalarımızda kazanacağımız en yüksek başarı, kötü diktatörlükler yerine (burjuva demokrasileri de kötü diktatörlüklerdir aslında) iyi diktatörlüğü daha uzun süre yaşatmamıza olanak verir.



Hasılı, insan doğası her şekli verebileceğimiz plastik bir madde değildir, ancak belli kurallarla ve ustalıkla yontabileceğimiz bir oltu taşıdır. Bu doğayı bilir ve ona uygun siyaset yaparsak başarı kazanırız. İnsan doğası yoktur dedikçe duvara toslamamız kaçınılmazdır. kaan arslanoğlu





Site Meter

22 Şubat 2010 Pazartesi

EVRİM AÇISINDAN DEVRİM HAKKINDA MİLLİYET SANAT'TA ÇIKAN YAZI

SERPİL GÜLGUN'UN YAZISI AYNEN ŞÖYLE:

DEVRİMİN “CEMAZİYELEVVEL”İ

Lenin dirilip gelse ne yapardı? Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’e neden kızardı? Kaan Arslanoğlu, son kitabında hem bu soruları tartışıyor, hem de psikiyatriyi, felsefeyi ve genetiği harmanlayarak siyasete, sola ve tarihe bakıyor.

Kaan Arslanoğlu, Türkiye Komünist Partisi’nin efsane karakterlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın adını ilk kez 12 yaşındayken gazetelerden okumuş. Kaan Arslanoğlu, 1959 doğumlu olduğuna göre, tarih, 1971. Gazetelerden okuduğu ve çevresinden duyduklarına göre, gençleri silahlı eylemlere kışkırtıp sonra da sınır ötesine tüyen, aldatılarak ölüme sürüklenen solcu gençlerin kanına giren bir adam Kıvılcımlı. Gazetelerle, çevrenin dili böyle olduğuna göre 12 Mart günlerinde Türkiye. Kemal Tahir yaşıyor. Ama Orhan Kemal öleli bir yıl olmuş. Tanpınar öleli ise, 9 yıl. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü anan yok. Buna karşın “İnce Memed” rüzgarı hala durmamış. “Anayurt Oteli’nin yayımlanmasına iki, Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı köyünden İstanbul’a taşınmasına daha beş yıl var. “Parasız Yatılı” yayınlanmış. “Tutunamayanlar” da.

Hayır, böyle bir edebiyat okuması yapmıyor Kaan Arslanoğlu.
Çünkü bu kitabın konusu edebiyat değil. Sol. Söz bir ara Nazım Hikmet’in şiirine gelse de rahatlıkla diyebiliriz ki “Evrimsel Açıdan Devrim” Kaan Arslanoğlu’nun bugüne kadar yayımlanmış en politik kitabı. Dolayısıyla, bu yanıyla politikayla, ama tabii, sol cenahtaki politikayla yakından ilgili okura çok şey söyleyecektir. 12 Mart’ı ya da 12 Eylül’ü bizzat yaşadıysanız ya da diyelim ki o dönemleri merak eden genç bir okursanız kitabın 1. bölümünü oluşturan, “Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamak”, fazlasıyla ilginizi çekecektir. Bu biir. Yalnız hemen uyaralım: Beş ana bölümden oluşan “Evrimsel Açıdan Devrim”, bir nostalji kitabı değil. Yani, hem geçmişi yadedeyim, hem de hisleneyim olayı yok! Bu da ikii.

Evet, Kaan Arslanoğlu, geçmişe, üstelik de sadece yakın geçmişe, 12 Mart ya da 12 Eylül’e değil, daha uzağa, Nazım Hikmet’li yıllara, 1940’lar Türkiye’sine gidiyor. Okurunu, komünistler, işkenceler, dönemin meşhur polisi Parmaksız Hamdi, Nazım Hikmet, ihanetler derken tek parti diktasının atmosferini başarıyla hissettiriyor. Fakat bunu duygulanımlar boyutunda değil, tarihsel bir zeminde oturtarak, verilerden, notlardan yola çıkarak yapıyor. Peki, didaktik mi bunu yaparken? Değil. “Politik Psikiyatri’de ya da kendi okurunun alışık çizgiye yakın bir üslupta, mümkün olduğu kadar anlatılanı sadeleştirerek, okuruyla doğrudan iletişime geçer bir üslupla yapıyor.

Arslanoğlu, siyaseten doğrucu bir yazar değil. Olmadığı gibi aykırı, hatta, ilk anda, özellikle alt bir okuma yapmazsanız ya da sonraki cümlelere bakmazsanız, provokatif gibi algılanabilecek cümleler (örnekse: “İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben..”) de kuran bir yazar. Üstelik de, bunu kendi cenahına ve ‘kutsal’larına (örnekse: Stalin’e, Stalinistlere ve anti-Stalinist’lere aynı anda karşı çıkarak) da rahatlıkla yöneltebilen bir yazar. Doğrusu bu ya, bu da, onu tıpkı Cemil Meriç gibi iki dünyada da yalnız bırakan bir etmen.

BUGÜNÜN İKLİMİ

Köylünün sefaleti. İşçinin direnişi. Küçük aydının bunalımı. Nasıl 1960’larla 1970’lerin edebiyatına ve sanatına nüfuz etti ve damgasını vurduysa, bugünkü iklim de dille oynamayana, ‘şiire’ yakın metinler yazmayana, ‘masalsı’ atmosferler yaratmayana, sırf anlatmak için anlatmayana, ‘yeni roman’ın örneklerini vermeyene mesafeli. Bunun sonucunda da görmezci, yok sayıcı. Eh, bu anlamda da değişen bir şey yok.

“Evrim Açısından Devrim”e gelince, görünen o ki, Kaan Arslanoğlu, bu kitabında da dilediği kadar günümüzün en parlak felsefecileri, (ki bu arada ikisi de Marksistler) Zizek’le Karatani’nin ya da Althusser (evet, şu karısını boğan ‘deli filozof’) üzerinden Marksizmi, Stalin’i tartışsa da, Lenin’i günümüze getirse de, psikiyatri bağlamında Lacan ve Derrida’yla konu alsa da, (bilim kurgu yazan genç birkaç yazarı saymazsak) ya da insan doğasına, zekasına ve genetiğe kafa yorsa da, ekonomiyi tartışsa da, 3. tekilin Tanrısal gücüyle konuşmadığı, dahası, meseleyi mümkün olduğunca sadeleştirerek anlattığı ve anlaşılır olduğu müddetçe kabul görmeyecek. Bu da iki kere iki dört!


Site Meter

25 Ocak 2010 Pazartesi

EVRİM AÇISINDAN DEVRİM - İÇİNDEKİLER

DEĞERLİ DOSTLAR,
YENİ KİTABIM 23 OCAK'TA ÇIKTI. YANDA KAPAĞI, ALTTA İÇİNDEKİLER BÖLÜMÜ VE ARKA KAPAK YAZISI

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ
I. BÖLÜM: HİKMET KIVILCIMLI’YI ANLAMAK
Giriş
Tarih Tezi
Osmanlı Tarihinin Maddesi
Eski TKP ve Solda Sevgisizlik Geleneği
Nazım Hikmet ve Kıvılcımlı
Yaşlı Kıvılcımlı’nın 68’in Devrimci Gençlerine Bakışı
Kıvılcımlı’nın Kürtçülüğe Tepkisi
Kemalizm ve Türk Ordusu
Strateji-Taktik ve Çalışma Tarzı
Sonuç

II. BÖLÜM: “STALİN’İ ANLAMAK”I ANLAMAK
Giriş: Stalin’in Başarıları
Komünistlerin Tasfiyesi
Stalin’in Yarattığı Sovyet İnsanı Tipi
Stalin ve Kafasındaki Sosyalist İnsan
İnsan ve Sosyalizm
Solda Güzel Gelişmeler ve Stalinizm

III. BÖLÜM: KARATANİ VESİLESİYLE MARX’I ANLAMAK
Giriş
Tüketim Ekseni
Altyapı-Üstyapı, Marksizmin Temel Yanlışları
Artı-değer, Marx ve Karatani
Sermaye Birikimi ve Emperyalizm
Diyalektik mi Transkritik mi?
Eski Bir Paralaks-Transkritik
Karatani’de Düzene Karşı Mücadele
İnsan Ne Zaman Değişir
Sonuç

IV. BÖLÜM: SOLCULAR İÇİN İNSAN DOĞASI AÇISINDAN SİYASET REHBERİ

V. BÖLÜM: İLGİLİ MAKALELER
Üç Çeşit Müslümanlık
Bir Liberal Nasıl Düşünür?
Darwinciliğin Kabulünün Önündeki En Büyük Engel
Darbe Olasılıkları ve Siyasal Lider Kişilikleri
Zeka Yetmezliğiyle Başedebilmek
Liberalizmden Kurtulma Çabaları
Şeytanın Hilesi
Bizim Çocuklar Yapamadı
Lenin Gelse Ne Yapardı?
Üç Şiddetinde Özgün Faşizm

ARKA KAPAK YAZISI

Evrim Açısından Devrim, Kaan Arslanoğlu’nun sol, sosyalizm, komünizm, Marksizm, Stalinizm, Türkiye solu ve bilim konulu çalışma ve yaklaşımlarını enine boyuna tartıştığı ve görüşlerini kristalize eden son çalışmasıdır. Hikmet Kıvılcımlı’dan Nazım Hikmet’e ve Kojin Karatani’ye, Kemal Okuyan’dan Zizek’e, üretimden tüketime ve mübadeleye dek pek çok kişi ve kavramı ele alan ve "acımasızca" eleştiren Arslanoğlu, Evrim Açısından Devrim’de “altyapının da altyapısı” biçiminde tanımladığı insan kişiliklerinin ve genetiğinin önemini evrimbilimin güncel bulgu ve yaklaşımlarıyla destekliyor, açımlıyor.

Sola, sosyalizme, Stalinizme, Marksizme ve insana dair sıradışı yaklaşımlar…


Site Meter