26 Mayıs 2010 Çarşamba

SANAT CEPHESİ MART SAYISINDA ÇIKAN YAZIM:

ABDURRAHMAN, ALEYNA VE TEKEL’DEN ÇOK ÖZNEL İZLENİMLER




“Aydınlar”ın zırt pırt imza toplamasına ve ardından kurula kurula bunları ilanına oldum olası karşıyım. Onca yıl sonra Kürt Açılımı nedeniyle yeni bir destek imza kampanyasıyla karşılaştığımızda ve ardından bizimkilerin karşı seçeneği sunan imzaları gündeme geldiğinde, tutumumu değiştirmek zorunda kaldım. İmza atmakla kalmayıp imza topladım. Sonra Tekel Direnişi başladı ve yeniden bir imza kampanyası. Ne yapalım dedim, buna da bir imza çakacağız artık. Üstelik suça daha çok sayıda başkalarını da ortak ettim. Hemen ardından bu kez Tekel için Genel Grev çağrısı imzaları!.. Yok artık, dedim kendi kendime, buna karışmam. Ne var ki Kemal Okuyan beni ikna etti. Bir imza da oraya...



İmza konusu ayrı bir hikaye de, şu “sanatçıların”ın, halkın ve emekçilerin mücadelesine aydın desteği konusunda bazı çekincelerim vardı. Sadece bir tanesi: Aydınız hadi tamam da, destek verdiğiniz halk sizi tanımıyorsa bu desteğin ne kıymeti olur, diye düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum. Edip Akbayram’ı tanır Tekel işçisi, gelip oraya bir konser verdiğinde coşku yaratır, değer karşılıklı olarak değer artırır. Bir Yaşar Kemal tanınır. Ataol Behramoğlu’nun adı, şairliği duyulmuştur... Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Bizim gibi, benim gibi, kitapları bütün ülkede birkaç bin satan ve sanırım Tekel işçilerinden tekinin bile okumadığı eserlere sahip birinin halk katındaki aydınlığının ne kıymeti bulunabilir?



Sevgili Ahmet Yıldız beni Halk TV’de Gerçek Edebiyat programına çıkardı, Ankara’da 13 Ekim’de. Güzel bir söyleşi oldu. O iş bitince dedi ki Ahmet, ben Tekel direnişine gidiyorum şimdi, Ataol Behramoğlu bugün açlık grevi nöbetinde. Hem onu ziyaret edelim, hem işçileri görelim. Gelir misin? Geleyim, dedim yarı gönüllü, yarı gönülsüz. Gittik. Eşimle ve Ahmet’le birlikte.



Çadırları, direnişçi işçileri gördük, havayı kokladık. Sonra Tek Gıda İş’in Genel sekreteri Mecit Amaç geldi. Onunla tanıştık, işçilerle sohbet ettik bir süre. Ardından açlık grevindekilerin yanına girdik özel izinle, Türk-iş genel merkezi’ne.



İşçiler ve Ataol Behramoğlu bizi çok sıcak karşıladılar beklemediğim ölçüde. Beklemediğim diyorum, çünkü bende bir de takıntılı ölçüde faydacılık karşıtlığı vardır. Siyasi veya kişisel gösterişçi bir çıkar beklentisinin zerresi bulunsa bir etkinlikte, kendim de o tip biri gibi görülürüm korkusuyla oradan kaçarım. Ta başından beri bu davanın haklılığından kuşku duymadım. Ama desteğe giden siyasilerin, aydınların yaklaşımlarında acaba hiç mi yararcılık bulunmuyordu? Behramoğlu’nun doğallığını, işçilerin candan yaklaşımını görünce bu belki mıymıntılık sayılabilecek ahlakçılık takıntısından o saniye kurtuldum. Yanlış doğru, art niyetli görülsün görülmesin, gözü karartmalı, ezilenin yanında yer almalı.



Orada Manisa’lı grubun içine düştük tesadüfen. Eşim’e de güzel sürpriz oldu, o da Manisalı’dır, ortak tanıdıkları çıktı. Abdurrahman Akyürek’i tanıdık. Kürt bir işçi. Babası 40 yıl önce gelmiş yerleşmiş, Manisa’ya. Kürtlük bilincini koruyan bir emekçi Abrurrahman, gerçi Kürt olduğunu anlamasınız konuşmasından, görünüşünden. Başka Kürt işçilerle de tanıştık. Biri Mehmet. Grevi hala sürdürenlerden. Niye Kürt Kürt deyip duruyorum, şundan. Böyle Kürt işçiler, işte on yıllardır anlatmak istediklerimizin kanlı canlı, etli kemikli örnekleriler. Sınıf bilinci, dayanışması öne çıktıkça herkes kardeş oluyor. Kürtlük meselesi en öne çıkınca sol bitiyor, solculuk bitiyor, etnik kavga kızışıyor. Tam da emperyalist-kapitalistlerin istediği, kurduğu tezgah. Böyle Kürtlerle herkes Kürt olur, onlar da en alasından Türk olur. Yeter ki kendi kavgalarını versinler. Bu memleket bizim desinler Abdurrahman gibi, kendi emeklerinin hakkını arasınlar. Emekçi düşmanlarının onlara biçtiği sahte özgürlük savaşçılığı misyonu geniş bir kesimce terk edilmediği müddetçe solun bu ülkede başarı şansı sıfırdır.



Neyse, Abdurrahman bana oradaki direnişçi işçilerin dramatik öykülerini anlattı. En ilginci kendi hikayesiydi fakat. Açlık grevinde 9. günüymüş. 7. günde bayılmış, hastaneye kaldırmışlar, bir serum yemiş, tekrar dönmüş. İlginç olan bu da değil. Kızı da yanındaydı. Aleyna. Siyah bant takmış alnına. Babasını desteklemeye gelmiş. Çünkü evde yemek yemiyormuş, babası evden uzak aç durdukça. Gel o zaman demişler, sen de gel. Grev salonunda da yemiyormuş gerçi, fakat işçilerden biri bazen ikna edip çıkarıyormuş dışarıya, lokantada az bir şey yiyormuş zoraki.



Abdurrahman ve Aleyna’yı, Sanat Cephesi’ne ana haber yapacaktım. Ertesi gün bir baktım ki, birçok gazete baş sayfadan vermiş onları, hem de fotoğraflarıyla. Haber atlatılmış olduk. Ne de olsa aylık dergiyiz.



Abdurrahman beni tanıdığını söyledi. Pek sanmıyorum, ama üstünde durmadım. Hemen ardından da hangi siyasi partiye yakın olduğumu sordu. Grupçuluktan, faydacılıktan nefret ediyorum ya, kem küm edeyim dedim, baktım olmayacak, ağzımdan zorla TKP adı çıktı. Hah dedi Abdurrahman, tam da adamıyla konuşuyorum. Burada şimdiden biz kazandık, dedi. İsteklerimizi tam alarak elde edemesek bile burada çok şey kazandık. Ama en çok siz kazandınız! Nasıl? diye sordum. Ben sosyalist falan değilim, dedi. Buradaki birçok işçi solcu bile değildi. Ama hepsi değiştiler. Buna neden sizin çalışmalarınız. Biz de sizden öğrendik, diye karşılık verdim. Halkla ne kadar temas edersek o kadar olgunlaşırız, çiğ tavırlardan, kibirden, kolaycılıktan uzaklaşırız. Önemli olan bir grubun öne çıkması değil, solun, emek bilincinin güçlenmesi. Bu bilinçle hareket etmeliyiz. Belli oluyor zaten, dedi Abdurrahman, buraya pek çok gruptan gençler geliyor. TKP’liler hemen kendilerini belli ediyor. En uyumlu, en olgun tavırları onlardan görüyoruz. Biz nelere şahit olduk. Bazen toplanıp geliyor bir grup, ellerinde bayraklar. Arkadaşlar, dışardan yanlış anlaşılıyor, istismara neden oluyor diye indirmelerini istiyoruz bayrakları. Bize küfredenler bile çıkıyor.



Ertesi gün miting için Kocatepe’ye gittik. Saat 2’de toplanıyoruz demişlerdi. Saat ikiyi geçiyordu, kimse yoktu, çok sayıda resmi polis ve panzer dışında. 2 buçuk oldu, baktık bir grup kızlı erkekli genç bir yere doğru yürüyorlar. Hah tamam, bunlar galiba eylemciler dedik, yanlarına vardık soracağız nerede toplanılıyor diye, gördük ki ellerinde telsizler, sivil polislermiş. Fakat yararlı oldular, az ilerdeki otuz kırk kişilik ilk toplanma grubuna gidiyorlarmış. Birlikte vardık TKP pankartlarının oraya, bakalım ne diyecekler diye. Olumsuz bir konuşma geçmedi bereket. Fakat bizimkilere bir şey soracağız, bir türlü göz göze gelemiyoruz, bizi de sivil sanıyorlar galiba. Eşim ve ben bir de domuz gribi olmuşuz, orada ayakta çok beklemeyelim alana daha yakın bir yerde oturalım diye aşağı yürüdük. İki vatandaş yüksek sesle aralarında konuşyorlar: “Bunların işi gücü kaos çıkartmak!” Galiba onlar da bizi sivil zannetmişler, nereden bilsinler sivil eylemci olduğumuzu. İkna edecek takadimiz yoktu, sadece geri zekalı olduklarını kendilerine tebliğ ettik. Kös kös uzaklaştılar.



Miting kortejleri görkemli şekilde alana girdi. Alper Taş’la kucaklaştık, Erkan Baş’la uzaktan selamlaştık. (O kadar grupçuluk olsun, gripiz ya!) Yüksek katılımlı bir mitingdi. Halk Evleri, ÖDP ve TKP kitlesi, Tekel ve Tek-Gıda İş işçileriyle birlikte birbirlerini kardeşçe alkışladılar, sloganlarına ortak oldular.



Bu yazıyı yazarken durum belirsizliğini koruyor. Tekel işçileri kaybetseler de bazı şeyleri kazandılar. Ama Türkiye’ye çok daha fazla şeyler kazandırdılar.





Site Meter

Hiç yorum yok: