20 Temmuz 2009 Pazartesi

FETHİ NACİ ANISINA SEVGİYLE SAYGIYLA

Aşağıda SOL dergide (haftalık basılı yayın) çıkan yazımı aktarıyorum:

YÜZYILIN 100 ROMANI ve ELEŞTİRİDE TEK ADAM DÖNEMİNİN SONU

80’li yılların başında, Türkiye’de roman yok, demiş ve olay yaratmıştı. Eleştiride neredeyse tek otoriteydi. Aslında aynen şöyle yazmıştı: “Evet, Türkiye’de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar.” Naci’nin Türkiye edebiyatı, düşünsel yaşamındaki güçlü etkisi 60’lı yıllara doğru ortaya çıkmış ve 1980-1995 döneminde doruk noktasına ulaşmıştı. İronik olan şu ki Galatasaray’ın 2000’de UEFA kupasını almasıyla başlayan süreçte bu büyük eleştirmenin nüfuzu hayli zayıflamıştı. Onu geçen yıl 23 Temmuz’da yitirdiğimizde zaten birkaç yıldır okuyamıyor, yazamıyordu. Ne var ki belirleyiciliğinin bitiş süreci hastalığından epeyce önce başlamıştı.

80-95 döneminde “mahşerin dört atlısı”ndan söz edilirdi edebiyatta. Memet Fuat, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan ve Fethi Naci. Kuşkusuz içlerinde en dediği dedik Naci’ydi, üstelik ilk ikisi daha çok şiir üstüne yoğunlaştıklarından roman büyük ölçüde Fethi Naci’ye kalmıştı. Bu dört otorite de solcuydu. Sağ ve sermaye henüz kültür-sanat-edebiyat alanında kendi kadrolarını yetiştirememişti. Sol döneklerden yararlanıyordu büyük ölçüde. Ama henüz kadrolaşma tamamlanamadığından ve döneklerin çabası da yeterli gelmediğinden eski otoritelerin gücü hem de biraz artarak sürüyordu. Sermaye medyası bu otoritelerden bir yandan yararlanıyor, bir yandan onlara tavizler verirken, onları ve ortamı hızla dönüştürmeye çalışıyordu. Sermayenin büyük yatırımlar yaparak Türkiye’de futbolu eski alay konusu halinden çıkarması süreciyle, tam anlamıyla kendi sanatını, edebiyatını egemen kılması süreci koşut biçimde tamamlandı. O tarihi futbol analojisiyle ustanın madara olduğunu düşünenler yanılıyordu. Fethi Naci bir kez daha haklı çıkmıştı.

GÜCÜNÜ YİTİREN EDEBİYAT

Edebiyatın her geçen gün yozlaştırılmasını içi sızlayarak izledi Fethi Naci. Ama hiç değilse karşı bir ses yükseltebiliyordu. Yıllar içinde sesi aynı ölçüde gür çıksa da o büyük çirkin gürültü denizinde daha az duyulur hale geldi. Türkiye futbolda Dünya üçüncüsü olmuştu, edebiyatta Nobelli yazar çıkarmıştı. Bunları istihzayla karşıladı. Ne edebiyat onun onayladığı edebiyattı artık, ne futbol eski tadı veriyordu.

“Ben hayatımda okumadan tek kitap hakkında ne konuştum, ne de yazdım” diye belirtme gereği duymuştu. Artık devir okumadan, anlamadan, hatta beğenmeden bazı kitaplar hakkında övgüler dizen yüzlerce küçük otoritenin devriydi.

1981’de çıkardığı 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme adlı başyapıtı ülkedeki ilk kapsamlı roman eleştirisi kitabıydı. 1999’da çıkardığı Yüzyılın 100 Romanı adlı çok güçlü başka bir eseri roman üstüne yarım asırlık çalışmalarını derliyordu.

Edebiyatın insani işlevini artırmanın kavgasını verdi yaşamı boyunca. “Biliyorum ki, bu romanı okuyan bütün dürüst insanlar, romanın anlatıcısı ... gibi ‘acının ve haksızlığın yürürlükte olmayacağı bir yönetim için ant içmek’ isteyecektir. İşte edebiyatın soylu etkisi.” diyordu. “Bir kitabı okuyup bitirince sizde ruhça bir yükselme olmuşsa, hiç çekinmeyin, o kitabın büyük bir eser olduğunu söyleyebilirsiniz.”

ÖLÇÜTE DAYALI NESNEL DEĞERLENDİRME

Yargılarında yanlı davrandığı, duygusallığını aşamadığı gibi yaygın bir söylenceyle çelmelenmeye çalışıldı hep. Oysa edebiyat eleştirisinde ciddi biçimde ölçütlere bağlı kalan ilk eleştirmendi ve ondan sonraki eleştirmenlere de bu noktada hep üstün geldi. Bir romanın değerlendirmesindeki son cümlesi onun ölçütleri hakkındaki fikir verebilir:

“Kuyucaklı Yusuf, kişilerinin canlılığıyla, ayrıntıları kullanmadaki ustalığıyla, olay örgüsündeki mükemmellikle, mahalli renkleri vermedeki üstün başarısıyla, sosyal gerçeklikle insani gerçekliği tam bir uyum içinde, dengeli olarak yansıtmasıyla eskimeyecek, tazeliğini sürdürecek bir roman.”

İyi bir romanla karşılaştığında yazarını tanımasa, sevmese hatta başka kitaplarını beğenmese bile ona hakkını sonuna dek verirdi. Kötü romanla karşılaştığında ise tersine, o roman ne kadar popüler olursa olsun, yazarı ne kadar “sol” görünürse gözüksün düşündüğünü aynen söylerdi:

“Bunun içindir ki Kurtlar Sofrası, Türk romanına katkısı olmayan bir emek ürünü olarak kalıyor: Bu memleketten olup olmadıkları şüpheli bir yığın kuklanın boy gösterdiği beyhude 714 sayfa.” Başka bir roman için: “Ve ilk kez bir roman okuduktan sonra duyduğum tek duygu sadece ‘tiksinti’ oldu.” (Sudaki İz)

Bu uzlaşmaz tavrıyla sağdan soldan ortadan yüzlerce binlerce edebiyatçının nefretini kazandı.

SOSYALİST DURUŞ

“Sosyalizmin insanoğlunun yaratabildiği en güzel gerçekleşebilir düş olduğuna, dünyanın gençliği olduğuna inanıyorum.” Onun sosyalizme bu sevgisi açık açık ifade ettiği ölçütlerine göre değerlendirdiğinde sosyalistlerin kötü eserlerini beğenmesini gerektirmiyordu. Ama tersine, eserlerinde kapitalizmi tek yanlı öven günümüzün yaşayan ve popüler bazı yazarlarına hiç acıma göstermemişti.

“Kurulu düzenden yana olmak, gerçek korkusuyla birlikte gider. Sağ ideolojiyle beslenen eserler artık toplumsal gerçekliği yansıtamaz; gerçeklik adına, hayal güçleriyle uydurduklarını ya da gerçekliğin tahrif edilmiş biçimlerini ileri sürmek zorundadırlar.”

“Bilime, sanata, kültüre karşı bir yönetimde, tek değer ölçütünün ‘para’ olduğu bir yönetimde, edebiyatçılarımız görevleri konusunda yeniden düşünmek, ‘hikmet-i vücut’ları konusunu yeniden tartışmak zorundadırlar.”

Fethi Naci 1999’da ÖDP’den milletvekili adayı oldu. O dönem Ufuk Uras’la da arası iyiydi. Ancak Fethi Naci sosyalist ruhunu hiçbir zaman kaybetmemiş bir aydındı. Edebiyatta-felsefede-siyasette post-modernizme her geçen yıl daha da öfke duyuyordu. Öyle ki sanatta gerçekçilik sınırları içinde ama onu zorlayan biçim denemelerine bile tepkisel olarak karşı çıkar olmuştu. Onu ünlü edenlerin başında geldiği halde Orhan Pamuk’un temsil ettiği ideolojiden kendini kesin biçimde ayırdı, Pamuk yalakalarıyla arasına mesafe koydu. Hiç Kemalist olmadı, ama liberalizmden, onun emperyalizm ve dincilikle işbirliği girişimlerinden giderek daha da nefret etti. (Eşi ve yaşam dostu Lale Naci tüm bunların en güvenilir tanığıdır.)

Eleştirilecek yönleri yok muydu? İsterseniz eserlerini, hiç değilse belli başlı birkaçını okuyun, ondan sonra birlikte tartışalım.

Başlıca Eserleri: İnsan Tükenmez (1956), Gerçek Saygısı (1959), Azgelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm (1965), Emperyalizm Nedir? (1965), Azgelişmiş Ülkelerde Askeri Darbeler ve Demokrasi (1966), Kompradorsuz Türkiye (1967), 100 Soruda Atatürk'ün Temel Görüşleri (1968), On Türk Romanı (1971), Edebiyat Yazıları (1976), 100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme (1981), Eleştiri Günlüğü (1986), Bir Hikâyeci: Sait Faik-Bir Romancı: Yaşar Kemal (1990), Gücünü Yitiren Edebiyat (1990), Roman ve Yaşam (1992), Reşat Nuri'nin Romancılığı (1995), Kıskanmak (1998), Sait Faik'in Hikâyeciliği (1998), Yaşar Kemal'in Romancılığı (1998), Yüzyılın 100 Romanı (1999), Dönüp Baktığımda (1999)


Site Meter

Hiç yorum yok: