23 Mayıs 2009 Cumartesi

EVRİM, İNSAN VE SİYASET ÜSTÜNE "SÖZCÜKLER"DE ÇIKAN YAZIM

DARWİNCİLİĞİN KABULÜNÜN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL: DARWİN YASALARI

“Uzak bir gelecekte çok daha önemli araştırmalar için açık bir alan görüyorum. Psikoloji yeni bir temel üstüne oturacak.” Charles Darwin, Türlerin Kökeni

Tübitak’ın Darwin’e saygısızlığı evrim tartışmalarını alevlendirdi. Bilim çevreleri, aydınlar, inançları gerçeklerin karşısına dikmekte ısrarlı gözüken karanlık kafalara iyi bir tepki gösterdiler. Ama bu yazıya vesile olan son kavga değil. Yirmi yıldır sürdürdüğüm savunuyu başka birçok vesileyle tekrar öne çıkarmamla üst üste geldi olay. İnsan hayvandan farklılaşmış, pek çok bakımdan ondan “üstün” nitelikler kazanmış bir yaratık, ama hala ilkel. Bilişsel bakımdan çok gelişmemiş bir canlı. Yine kendi yarattığı “üst değerleri” ve bilimle bulduğu gerçekleri kabullenememesinin ardında bu yatıyor.

Her çevre evrimi sembolleştiren resimlerde farklı şey görüyor. Bazıları en başta arzı endam eden maymuna sinir oluyor, onun atalarımızla bağlantısı olabileceği fikrini hakaret kabul ediyor. Bazıları en sağdaki figüre, yani modern insana hayranlık besliyor, böyle bir gelişmiş canlının nasıl olup da pek çok temel soruna çözüm bulamadığını, evrim denilen somut gerçeği bile neden kabullenemediğini dert ediyor. Bana göre sorun orada zaten. Her iki taraf da insan merkezci. Bir taraf bu mükemmel yaratığın, tüm evrenin kendisi için yaratıldığı o Tanrı gözdesinin Darwinistlerce aşağılanmasına katlanamıyor; öbür tarafsa yaratığın tüm temel problemlerini çözebilecek nitelikte bulunduğuna “inanıyor”, hayal kırıklığı yaşıyor.

Bilimsel felsefe ve bilim tüm olgulara önyargılardan uzak nesnel bakmalı ve bunu kısmen başarıyor. Fakat bence insana ilişkin bilgimizin gelişmesi ve bunların kabul edilmesi önünde en az din kadar büyük engel söz konusu insan merkezci birörnek sosyal bilimci kafalardır. En az diyorum, çünkü bu yaygın anlayışın bilinç sakatlayıcı etkisi ötekinden yüksektir. Laisizmi içselleştirmiş bir bilim insanı dinsel inancıyla çalışmasını birbirinden ayrı tutabilir ve tutmaktadır. Fakat birörnekçi sosyal bilim dogmalarıyla zehirlenmiş bir bilim insanının ne düzgün bir araştırma yapması, ne de onu nesnel olarak yorumlayıp yayımlaması olasıdır.
Sosyobiyolojiye, evrimsel psikolojiye, davranış genetikçiliğine karşı getirilen ırkçılık, faşistlik suçlamaları aslında insanı anlamayı hiç umursamayan, aynı nedenle onu değiştirmeyi de gerçekte pek dert edinmeyen söz konusu çevrelerden gelmektedir dünya çapında ve tüm bu tutucu tepkiler de tamamen insanın gelişmemiş doğasının bir yansımasıdır.

Darwinizmi ve genetikçiliği kendi ırkçı ve sınıf ayrımcısı görüşleri için kullanmaya çalışan bazı bilim insanları da çıkmadı değil. Ama onların çalışmaları bile bilime katkı sağladı. Çünkü hiçbiri milletler, sosyal sınıflar veya ırklar arasında kültürle, eğitimle açıklanamayacak doğal farklılıklar bulamadı ve bazıları bunları yayımlamak zorunda kaldı. Sosyobiyolojininse doğuşundan itibaren böyle bir niyeti bulunmadı. Ancak her yeni fikri karmaşık ve öğrenilmesi güç gören, onun üstüne bir düşünsel emek vermeyi göze alamayan bireylerin evrensel taktiğidir yaftalayıp bir kenara atmak.

İLKEL BİR TEPKİ

Geçtiğimiz haftalarda Londra’daki G20 zirvesine karşı protesto gösterilerini örgütleyen ve “Bankacılar Londra sokaklarında direklerde sallandırılabilir” diye bir demeç verdiği için dünya medyasına konu olan Chris Knight dostumuz bakın ne diyor konu hakkında:
“Sosyobiyoloji her bireyin bencil olduğunda ısrar etmez. Moleküler düzeydeki bencillikle kanlı canlı insanların davranışlarındaki genetik talimatlı bencillik düzlemlerini birbirine karıştırmak dangalakça bir yanlış anlamadır. Her şeye rağmen sosyobiyoloji tıpkı devrimci marksizm gibi mücadele ve çelişkilerle ilgilenir (…) Marksizm, sosyobiyoloji olmadan paleoantropoloji ve insanın kökeni konusundaki çalışmalarda on yıllardır olduğu gibi işlemez halde kalabilirdi.”

Knight’ın dangalaklık dediği sığlığın bilim camiasındaki önderleri Richard Lewontin, Stephen J. Gould, Steven Rose gibi isimlerdir. Bunlardan Richard Lewontin’in genetiğe karşı çevre etkenini öne çıkaran sözde şaheseri “Üçlü Sarmal” adını alır. Espri de şudur: DNA ikili sarmaldır ya, çevre etkeninin önemi burada unutulmuştur, o yüzden konuyu üçlü sarmal olarak ele almak uygundur. Bu aynen şöyle bir anlama gelir: Biri dedi ki, rakıyla beyaz peynir iyi gider. İyi bilinen bir gerçektir. Lewontin mantığıyla hareket edersek buna itiraz edebiliriz. Hayır, deriz, bu eksik, dolayısıyla yanlıştır. Rakı, beyaz peynir ve bir de bardak gerekir. Kardeşim, öbürü zaten bardağı hiç reddetmedi ki. Bardak olgunun varlığı söylenmeden ötekiyle birlikte anlaşılacak bir parçası.

Drosophila gibi bir sineği, Achillea gibi bir bitkiyi hayatlarının en büyük aşkı gibi irdeleyerek çevresel etkenlerin genetiği nasıl değiştirdiğini kanıtlamaya çalışır bu taife. Yaşamdaki amaçları şu hain ırkçı genetikçilere karşı genetik materyalin önemsizliğini ve çabuk değişebilirliğini kanıtlamaktır adeta. Sihirli sözcükleri genetik indirgemeciliktir. Bir kez “indirgemeci” sözcüğünü kullanmışlarsa rakiplerinin işi bitmiştir. Biyolojik indirgemeci, psikolojik indirgemeci… Tak.. ip çekilir, ideolojik hasım boşlukta debelenir. “Saman adam” yaratmaya bayılırlar. Bilimsel rakiplerinin savunmadığı tezleri onlara savundururlar, savundukları tezleri karikatürleştirip sarakaya alırlar. O doğrultuda post-modernist bilinemezciliğe kadar sürüklenmeyi dert etmezler: “Organizma ne genleri, ne çevresi hatta ne de onlar arasındaki etkileşimlerle belirlenir, ama rasgele süreçlerin önemli bir işaretini taşır.” (Lewontin) “Gelişimsel gürültü” diye bir kavrama sığınarak adeta evrimi çevre koşullarının, doğal seçilimin de ötesinde rastlantısallıklara bağlamaya meyil ederler.

Gelişmiş veya ilkel canlı yoktur, insan evrim sürecinin en üst basamağında değildir, der Rose. Böylece bir yandan insan merkezci bakış açısını tam tersi bir post modern hovardalıkla gizlemeye çalışırken, öte yandan sinir sistemi ve bilinçli organizmanın neden ilkelden karmaşığa geliştiğini es geçmiş olur.

Düğüm bana göre insan doğası denen bir olguyu kabullenip kabullenememe de sıkışır. Evrimci psikolojiye göre, öncelikle her türün (insan dahil) açıklanabilir ve betimlenebilir bir doğası bulunur. Standart sosyal bilimci bakış, insanın kendi türüne özgün belli nitelikleri bulunduğunu, bunların kolay değişebilir nitelikler olduğunu reddeder. Söz konusu anlayışa göre insan beyaz bir sayfa olarak doğar, neredeyse tüm bireyler tek örnektir ve içinde bulunduğu çevre koşulları, kültür veya ekonomik sistemce belirlenirler.

ZİHNİMİZİ SIKIŞTIRMAK

Oysa insan, primatları sayarsak üç buçuk milyon yıllık, tarihini modern insanla sınırlarsak en az 150 bin yıllık bir geçmişin, evrimsel sürecin sonucudur. İnsanın bireysel veya toplumsal tepkileri son on bin yıllık “uygar” topluma, sınıflı topluma ya da son 250 yıllık kapitalist sisteme sıkıştırılarak incelenemez.

Darwin ta o zamandan, deneyimlerden oldukça bağımsız olan çocukluk çağı korkularının vahşi dönemlerden kalma bazı gerçek tehlikelerin kalıtımsal etkileri olduğundan şüphelenmeyebiliriz, diye bizleri uyarmıştı. Evrimleşmiş psikolojik düzenekler evrim tarihindeki belli bir yaşamsal veya üremeyle ilgili soruna çözüm oluşturdukları için ortaya çıkmışlardır ve genellikle o soruna özgü düzeneklerdir. İnsan aklı, evet, elinin ve emeğinin ürünüdür, avcılık ve toplayıcılık çalışmaları, yaşamda kalma ve üremeye devam etme faaliyetleri sırasında gelişmiştir. Alet kullanmakla gelişme hızı artmıştır, çünkü alet kullanan insanın yaşamda kalma şansı artmıştır. Zekamız, mantığımız, algımız, yorum kapasitemiz milyonlarca yıllık yaşamda kalma mücadelesi içinde belli özel sorunları çözmek için ve onları çözecek kadar gelişmiştir ve hala o çok uzun sürecin izlerini taşımaktadır.

Bebekler yabancı erkeklerden yabancı kadınlardan korktuklarından çok daha fazla korkarlar. Çünkü milyonlarca yıl bebekleri yabancı erkekler öldürmüştür. Yakınlaşmakta olanın sesini uzaklaşmakta olanınkinden çok daha iyi duyarız. Çünkü yakınlaşmakta olan ses bizi öldürmeye gelenin sesi olabilir. Kocalarından dayak yiyen kadınlar, “Çocuklarım için katlanıyorum” dedikleri zaman genelde sinirleniriz. Kadının ekonomik bağımlılığına veya güçsüzlüğüne bağlarız olguyu, bunlar elbet vardır. Ama gelişmiş gelişmemiş tüm toplumlarda kadınlar çocuklarına erkeklerden daha fazla ilgi gösterirler genelde, bunun nedeni de kültürlerin çok ötesinde kadınların bu işi yüz binlerce yıldır yapmakta oluşudur, organizmanın ona göre şekillenişidir.

Evrimsel psikologlar kültür mü genetik mi, öğrenme mi içten gelen tepkiler mi, doğa mı çevre mi gibi karşıtlıkları reddederler. Onlara göre bu karşıtlardan herhangi biri olmadan zaten diğeri de olamaz. (Bu konuda standart sosyal bilimci sığ görüşlülüğe karşı demiri tersine bükmek için ben hala genetiğin, doğanın, içten gelenin öneminin daha büyük olduğunu savunmaya devam ediyorum. Özellikle çevreden sadece içinde yaşadığımız bugünkü sistem ve kültür anlaşıldığında, onun tarihsel arka planı unutulduğunda, insan psikolojisinin biyolojik çevresiyse hiç hesaba katılmadığında, evrimsel psikologların aksine ben hala sekterim.)
Biz devam edelim. William James, hayvanlara yön verenin içgüdüler olduğu, ama insanın içgüdülerin zincirinden kurtularak aklı öne çıkardığı ve o sayede hayvanın üstüne geçtiği savına karşı daha o zaman tam tersini savunmuştu: Bizi hayvandan ayıran şey içgüdülerimizi kaybetmemiz değildi, aksine çok daha fazla sayıda içgüdüyle donanmamızdı. (1890, Psikolojinin İlkeleri)

EVRİMLEŞMİŞ PSİKOLOJİK DÜZENEKLER

Evrimsel psikoloji kültüre, öğrenmeye tam da böyle bakar. Kültür evrimleşmiş psikolojik düzeneklerin toplamıdır. Niye dışkıdan iğreniriz. Çünkü kuşaklar boyunca dışkıdan iğrenmeyen, dışkıyla haşir neşir olan bireyler daha çok hastalanmış, ölmüş, onlar daha çok elenmiş, dışkıdan iğrenme kültürü öne çıkmıştır. Tad alma özelliğimiz nadir bulunan yararlı besinleri ötekilerden ayırma işlevi doğrultusunda milyonlarca yılda gelişmiştir. Bebekler güzel yüzlere sıradan yüzlere baktıklarından daha fazla bakarlar. Çünkü güzellik duygusu insan doğasına içkindir. Güzellik tüm toplumlarda ortak öğeler içerir insanda. Ortalama ölçülerdeki yüzler ötekilere göre daha çok beğenilir. Bunun anlamı şudur: Ortalama ölçüler genetik yönden ortalamaya yakınlığı, başka deyişle sağlıklılığı temsil eder. Ortalama dışı özelliklerden aynı nedenle kaçınılır. Bu sağlıksızlık ve genetik yönden zayıflık olarak görülür. Eş seçiminde de, bir insana yakınlaşıp yakınlaşmama seçiminde de insan buna dikkat etmelidir. Dikkat etmediğinde çocuklarını veya kendi sağlığını tehlikeye atabilir. İnsanların bu çağda bile sanatta kitleler halinde ortalama düzeydeki sanat eserlerini daha çok beğenmeleri gerçeği bir de bu açıdan ele alınmalıdır.

Gen yaşamda kalmak ve üreyebilmek için sadece bencilliği üretmez. Evrim fedakarlığı da geliştirmiştir. Fedakarlık iki ana biyolojik süreçten temellenir. İlki genin sürdürülmesi için her bireyin en önce çocuklarına, daha sonra da akrabalarına yardım etmesidir. Biriyle ne kadar genetik yakınlığımız varsa, o, o oranda bizizdir ve onu kendimiz gibi korur ve kayırırız. Genetik akrabalığımız uzaklaştıkça o kadar az kayırırız. Bu gerçek bu çağda bile tüm toplumlara ortak bir özelliktir. Tabii burada güçlü genel eğilimlerden bahsediyoruz. Ayrıksı özellikler de temel özelliklerin yanında elbette bulunur. İşte bu çocuk ve akraba koruyuculuğu bir yandan insan (ve çoğu hayvan) fedakarlığının temeliyken, aynı zamanda ideal eşitlikçi toplum düzeni yaratılamamasının nedenlerinden biridir. İnsanlar yakınımız değilse çoğun onları umursamayız..

Evrimde fedakarlığın gelişiminin ikinci kaynağı karşılıklı yardımlaşmadır. Sürü ya da kabile hayatta kalmak için avını paylaşmak zorundadır. Bugün av yakalayan avını ötekilere verir, başka gün yakalayan aynı şekilde bölüşür. Bazı araştırmalar şunu göstermiştir ki, kaynak ne kadar kısıtlıysa paylaşım o kadar düzenlidir, kaynak bollaştıkça paylaşım düzensizleşir. Sınıflı toplumun ortaya çıkışını bir anlamda kaynak fazlalaşmasıyla açıklayan görüşleri doğrulamaktır bu.

Burada can alıcı soruyu sormanın sırası. En az 150 bin yıldır genetik özellikleri pek fazla değişmeyen insan, 140 bin yıl ilkel komünal toplumda yaşamışsa, son 10 bin yıldaki sınıflı toplum yapısı onun doğasına ne kadar uygundur? Gerçekte hiç uygun değildir. Taş devri insanı kafamızla çoğaldık, şehirleştik, devletleştik, müthiş bir teknoloji yarattık, şimdi işin içinden çıkamıyoruz. Tekrar komünal topluma dönmemiz o yüzden tek çare mi, kolay ve kaçınılmaz mı? Ne yazık ki öyle bir kolaylık da yok. Çünkü en az 140 bin yıl yaşadığımız ilkel komünal toplum aslında kayıp altın çağ falan değil. İnsan o zaman çok daha “mutlu” ve çok daha sağlıklıydı, o kesin. Ama hiyerarşi yine vardı. Güçlü birey güçsüzü canını almaya varıncaya dek ezebiliyordu. Yine de bugünkünden çok daha adaletli ve toplum yararına bir düzendi o düzen. 10 bin yıl öncesinin düzenine dönebilir miyiz? Oraya dönmemiz için kıt kaynaklarla idare eden, ortalama 50-100 kişilik kabilelere geri dönmemiz gerek. Bu da ancak büyük felaketler sonrası gerçekleşebilecek bir şey. Taş devri zekasıyla ideal komünist düzene ulaşabilecek çıkış yollarını ne yazık ki bulamıyoruz, o yolları kendimiz kapatıyoruz.

Yine de fedakarlık, adalet, eşitlik duygularımız zayıf sayılmaz. Fedakarlığın gelişmesinin evrimsel biyolojik ve kültürel (hepsi iç içe ve birbirini destekler şekilde) başka bir düzeneği daha söz konusudur. Fedakarlığı kötüye kullanan, topluma çok az veren ve çok şey alan bireyler de çıkmaktadır. Üstelik bu bireylerin hayatta kalma şansı yükseldiğinden böyle kötü özellikleri geliştirir yönde bir doğal seçilim işler. Dünyada büyük çoğunluğun rahatsız edici biçimde bencil oluşunun kaynağı bu olumsuz seçilimdir. Ama o tür bireyler daha da kalabalıklaştığında kendileri de dahil olmak üzere toplumun yaşama şansı kalmaz. Toplum bu bencil karakterlere karşı tedbirler almak zorundadır. Grup, kurallarına uymayan, sürekli alan, fakat vermeyen bireyleri cezalandırır. Punitive sentiment ve altruistic punishment kavramları… Bencil birey dışlanır, hatta öldürülür kabile yaşamında. Tüm toplumları yaşamda tutan cezalandırma sistemleridir aslında. Cezalandırma aynı zamanda iyi bir öğretici, değiştiricidir. Proletarya diktatörlüğüne de en üst toplumcu cezalandırma sistemi diyebiliriz..

İnsanda fedakarlığın ve bencilliğin bu evrimsel gelişiminin ortasında bir de konformizm özelliği ortaya çıkar. Yaşamda kalabilmek için riskli durumlarda ne geride kal ne ileriye atıl, orta yerde dur… Böyle yapan bireyler doğal seçilimde avantajlıdır ve insanların büyük çoğunluğu o yüzden konformisttir.

Evrimci psikoloji davranış genetikçiliği değildir. Türün genel özelliklerini inceler, bireysel farklılıkların nedenlerini değil. Ama bazı evrimsel psikologlar onun bu yönünü eleştirmektedirler. Öte yandan bireysel farklılıkların nedenlerini de anlamayı hedefleyen araştırmalar evrimci psikologlarca yavaş yavaş önemsenmektedir. Evrimci psikoloji bugünkü haliyle sosyalist cepheden baktığımızda bir burjuva bilimidir hala. Sorunlara sosyalizmin başarısı ya da başarısızlığı veya toplumcu siyaset açısından bakmamaktadır. Artık onu da bizler yapmalıyız. Evrimci psikoloji sonuçta bu burjuva ve fazla derinleşmemiş yapısıyla bile sosyalist düşünceye çok önemli katkılar sağlayabilecek gizilgüçtedir.

DÜŞÜNCENİN YENİ ORTAÇAĞI

Sosyalizm insanlık için artık yaşamsal önemde acil bir zorunluluk haline gelmiştir. Buna karşın sosyalist çıkış için kafa yoran düşünürler azalmaktadır. Var olanlar da ne kadar iyi değerlendirilebilmektedir, buna olumlu bir yanıt vermek mümkün değildir. Bir dost Karatani’den söz etmektedir sıklıkla. Karatani solun üretim temeli üzerinde olduğu kadar tüketim temeli üstünden de örgütlenmesi ve eylemliliğe girmesini önermektedir. Kapitalizmi anlayabilmek ve ona direnebilmek için mübadelenin öneminin anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. Komünizmin metafiziğini kurma iddiasında olduğunu söylemektedir. Başka bir dost, örneğin Badiou’dan bahsetmektedir. Onun solu etik temel üstüne oturtma yönündeki kuramsal çabalarını çok değerli görmektedir. Bunlar gerçekten önemlidir ve üstünde tartışılması gereken konulardır. Beklediğimiz özlediğimiz tartışma ise aksine hiç başlamamaktadır. Küçük çıkışlar sığ sularda karaya oturmaktadır.

Öte yandan böylesi düşünürler önemlidirler, ama kafaları fazlasıyla batı merkezli çalışmaktadır. Pek çok “önemli” düşünür nedense ileri kapitalist ülkelerden çıkmaktadır. İleri kapitalist ülkeler halkı ise neredeyse dünyanın en gerici halklarıdır. Bazıları kapitalizm sosyalizm çelişkisini bakış açılarının merkezine almakla haklı görünmektedirler ve benim gibilerin de o yüzden sempatisini kazanmaktadırlar. Ancak yaşanan gerçek şudur ki, dünyada çelişki ve çatışmalar, keza solun gelişimi kapitalizmin çeperlerinde yoğunlaşmaktadır. Emperyalizme karşı ulus tepkisi, ilerici veya ilerici olmayan milliyetçi mücadeleler, İslam coğrafyasında siyasal İslama karşı oluşan cepheler, laisizm ve aydınlanma problemleri batılı sosyalistin gündeminde ya yoktur ya çarpık biçimde vardır.

Bana denilmektedir ki şunu şunu biraz daha oku. Ben daha fazla da okurum da, onlar acaba yukarıda bahsettiklerim üstüne hiç okumakta mıdırlar? Bu kadar herkesi bağlayıcı sorunlar hakkında herhangi bir açıklama getirebilmekte midirler?

Ne Amerikan üniversitelerinde ders veren biriyim, ne de batı sosyalizminin sivrilmiş bir ismi. Kendi ülkemde bile popüler değilim. Ortaya koyduklarımı adam gibi tartışabileceğim bir muhatap arıyorum, yoksa gözüm açık gideceğim. Bu çok temel ve çok önemli bilgilerden sosyalist çıkış için neler üretilebilir, sürekli bunun üstüne kafa yoruyor, lakin bilişim sağanağı altında ortaçağ kadar kısır şu çağda açılım yapabilecek bir ortam yaratamıyorum.

Söz gelimi şöyle şeyler düşünüyorum: İnsan, soyunun devamını çok önemseyen bir canlı. Oysa kapitalizm insan soyunun devamı için büyük engel yaratıyor. Türümüzün önümüzdeki 20-40 yıl içinde büyük felaketler yaşaması çok büyük olasılık. İnsanları acaba bununla korkutup kapitalizmden soğutamaz mıyız? Birçok peygamber o yolla, yani korkutarak büyük toplulukları kazanmayı bilmişler. Benim kişisel deneyimim gerçi tam tersi sonuçlar verdi şimdiye dek. Kaçınılmaz felaketin tek çıkışının sosyalizm olduğunu savunup duruyorum yıllardır, fakat bu sosyalizme özel bir sempati uyandırmıyor, hatta tersi etkiler bile yaratabiliyor. Aynı propagandayı genişleterek ve daha sistematik yapsak? Denenebilir, kim ne kaybeder. Çok mu saçma geliyor. Olabilir, ama isimleri büyük pek çok uluslar arası düşünürün sırça saraylardan yaptıkları önerilerden daha az ayakları yere basan öneriler değildir en azından.

BAŞLICA KAYNAKLAR:

David M. Buss, Evolutionary Psychology, Allyn&Bacon.
Blood Relations, Chris Knight, Yale University Press.
Robert J. Stenberg, Cognitive Psychology, Thomson-Wadsworth.
Leda Cosmides, John Tooby, Evolutionary Psychology: A Primer, Center for Evolutionary Psychology (İnternet kaynağı)
Steven Rose, 21. Yüzyılda Beyin, Evrensel Yay.
Richard Lewontin, Üçlü Sarmal, Tübitak Yay.


Site Meter

7 Mayıs 2009 Perşembe

BARİKATIN İKİ YANINDA 1 MAYIS

Geçen yıldan tecrübeli iki arkadaşımı yanıma alarak gittim 1 Mayıs’a. Mecidiyeköy’den Şişli’ye dek kenarlarda dikilen, oturan, yürüyen anlamsızca veya anlam dolu bir şeyleri bekleyen yüzlerce insana ve kalabalık polis öbeklerine rastladık. Saat dokuzda Şişli’ye vardığımızda içine düştüğümüz ilk taşlaşma ve kargaşayla bir sokağa saptık. Sarı minibüsler bekliyordu o köşede ve kahya bağırıyordu: “Sahilden Bostancı!” “Bu hayatımızın teklifi olabilir, değerlendirmek gerek” dedim arkadaşlara. Sürücü gülerek görüşüme destek verdi. Fakat minibüse değil sokağa girdik. Sonrasında ilk kavşak noktasından caddeye çıkmayı denedik. Polis engelledi. “Eyvah” dediler arkadaşlar, “geçen seneki kabus başladı.” Evet kötü bir rüya gibiydi. Altı yerden caddeye çıkmayı denedik. Ya polis barikatına takıldık ya da barikata hiç yanaşamadık. Tatbikata çıkmış bazı grupların polise “müdahalesine” tanıklık ettik, taşlardan kaçtık, biraz gaz soluduk. Harbiye’ye dek bir buçuk saatlik bir keşmekeş. “Bereket geçen yılki gibi kovalamıyor polisler” dediler arkadaşlar. Kovalamacalar asıl daha sonra yaşanmış.

1 Mayıs’a katılışım zenginin fıkrasındaki gibi. Trilyonere bir konferansta sormuşlar: “Nasıl zengin oldunuz?” Adam da anlatmış: “Gençliğimde fakirdim. Bir gün yolda yürüyorum, ayaklarıma doğru bir elma yuvarlandı. Silip yiyebilirdim, ama yemedim. Köşe başında sattım onu, parasıyla iki elma aldım. Onları silip parlattım, sattım. Parasıyla dört elma aldım. Onları parlattım…” Trilyoner böylece hikayesini uzattıkça uzatmış, dinleyenler sıkılmaya başlamış. Dayanamayıp sormuşlar. “Bu şekilde sermayenizi büyüttükçe büyüttünüz ve şimdiki halinize ulaştınız, öyle mi?” “Hayır” demiş zengin, “Ertesi yıl dedemden çok yüklü bir miras kaldı, birkaç fabrika satın aldım.”

Biz de işte öyle debelenirken arkadaşları telefonla arıyoruz, kimi kortejde, kimi dışarıda, ama hiçbiri nasıl girileceğini bilmiyor. En son Efe Duyan’ı aradım. PEN başkanıyla birlikteymiş. Beş dakika sonra sevgili Tarık Günersel bir barikatın arkasından bizi aldı. 1 Mayıs’a torpille gireceğim kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

Artık sadofazoşist iktidarın kabul ettiği makul sayıdaki düşmanlar arasındaydık. Ama aklım dışarıdaki makul olmayan pisliklerde kalmıştı. O yüzden on dakika ağzımı bıçak açmadı. Sonra havaya girdik ve korteje katıldık. Hiçbir medya kuruluşu şunu belirtmediği için çiğlik edip yazmak zorundayım: Büyük çoğunluğu sabahın köründen beri Şişli’de bekleyen bu makul sayıdaki iktidar düşmanları içindeki en kalabalık ve en disiplinli güç şüphesiz bariz şekilde TKP’ydi. Yürüyüş pek de iç açıcı sayılmayacak koşullarda ama giderek artan coşkuyla devam etti. Caddeye çıkan her sokak başında dışarıdaki gayrimakulların içeri katılma teşebbüsleriyle kargaşa yaşandı. Onları desteklemeye çalıştık elden geldiğince ve yine gaz yedik. Sevindirici olan şu ki, üç yerde barikat delindi ve dışarıdaki devrimciler ve birçok TKP’li aramıza katılmayı başarabildi.

Taksim’e üç yüz metre kala aynı nedenle uzun bir bekleyiş yaşadık. 1977’de de tümüyle makullük dışı grupların oluşturduğu bir yığınla ilerlerken Taksim’e birkaç yüz metre kala bir cayırtı kopmuş ve alana girememiştik. O zamandan kortej arkadaşım Asaf Güven Aksel’e dedim ki, “Bu laneti üstümüzden atamayacağız galiba. Gel ikimiz ayrılalım buradan ki, şu insanlar girebilsin!” Onun hikayesiyse başkaydı, az önce ayaklarının önüne yuvarlanan bir gösterici misketiyle ilgiliydi, cumartesi günkü yazısında bahsettiği rastlantıyı anlatıyordu. Ve Taksim’e girdik...

Beklemiyordum o kadarını, çok duygusal anlardı. Yaşamımda ilk kez Taksim’e 1 Mayıs’ta girdim. 18 yaşında giremediğim zamandaki kadar sevdiğim ve onca deneyime ve yaşa rağmen geçmişte içinde yer aldığım grup kadar güvendiğim bir partiyle. Hala giremeyenlerin uzaktan bize ulaştırdıkları sevinç çığlıkları, devrim şehitlerini anan orta yaş kuşağının bağırışları, anıtı ele geçirenler, anı fotoğrafı çektirenler, halay çekenler…

Evet, Taksim’de ilk kez 1 Mayıs mitingi yaptık arkadaşlar. Bu işte birkaç yıldır emeği geçen, gözünü karartan, dayak yiyen, gazla hırpalanan, içeri girebilen ve giremeyen herkes binlerce kutlamayı hak ediyor. Bu bir kazanımdır ve meramımıza erdik.

Artık 1 Mayıs’ın TKP yönetiminin de defalarca dile getirdiği öteki gerçeğini görebiliriz dostlar. Gelecek yıllarda en az elli altmış bin kişiyle yasal veya meşru şekilde sadofazoşist iktidarın direnci kırılamayacaksa 1 Mayıs inatlaşması terk edilmelidir. Sosyalist kitle gücü her yıl her gün düşüyor arkadaşlar. 1 Mayıs’a işçi katılımı azalıyor. Bu eğilimi tersine çevirecek niyet, akıl ve iradeyi KESK’ten, DİSK’ten bekleyemeyiz. Onlar temsili sosyalizmle tatmin olabilirler, ama giderek küçülen bir sürünün azar azar büyüyen bir parçası olmak bizim için ciddi tehlikelidir. 1 Mayıs’a gelebilecek, gelmek isteyen on binlerce insan gelmedi. Haklılar bir yerde. İktidar sol seçkinleri çağırıyor alana, sosyalistler de militanlarını. Kendini seçkin veya militan görmeyenler neden gelsinler.

TKP yönetimi bu karmaşadan alnının akıyla çıktı. 1 Mayıs krizini iyi yönetti. Son seçimlerde de bir karmaşa yaşanmıştı. Bu karmaşada TKP’nin tavrı olumluydu, özellikle geleceğe yatırım anlamında. Ama işi son dakika gollerine bırakma alışkanlığı yerleşmemeli diye düşünüyorum. Olguların karmaşıklığından ötürü belki haklı olarak artarda sıralanan doğruların birbiriyle çelişkisi söylemlerimizin anlaşılabilirliğini azaltıyor. Büyüme hızını düşürüyor. Artık daha sade, daha net olmaya ihtiyacımız var.

Başka bir sorun da takvim fetişizmi. Buna 1 Mayıs da dahildir. Geçmişte yapılan başarılı eylemleri fetişleştirmeyi bırakalım. Daha iyi bir şeyler yapalım ki, gelecek kuşaklar bizim yaptıklarımızı fetişleştirme riskine girsinler. Yerinde saydıran, gerileten, pek de başarılı sayılamayacak olan geçmişe özlem yaratan eskimiş sol bakışları terk etmeliyiz.

Yaşadığımız 1 Mayıs kazanımı önemlidir. Ama TKP’nin bir yıl içinde herhangi bir zamanda herhangi bir alanda çoğunu emekçilerin oluşturduğu otuz beş-kırk bin kişiyle yapacağı bir miting bu 1 Mayıs’tan daha değerli olacaktır. Öteki sosyalist gruplar, sendikalarla birlikte bu sayı yüz bini aşarsa bu daha da değerli olacaktır. Kafa sayıları da fetişleştirmeye gelmez. Ancak rakamlar dosttur, akla yol gösterir.


Site Meter

9 Nisan 2009 Perşembe

TKP SEÇİM RAKAMLARI

DEĞERLİ DOSTLAR,
3 VE 10 NİSAN TARİHLERİNDE SOL HABER PORTALINDA SEÇİMLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME YAZILARIM ÇIKTI. BU YAZININ ALTINDA DA TEŞEKKÜR YAZIM. ŞUNLAR DA SEÇİM RAKAMLARI:
(HALA %100 KESİN DEĞİL)

İL 2007 YÜZDE - OY 2009 YÜZDE - OY
Adana 0.19 1721 0.15 1677
Adıyaman 0.27 646 0.13 374
Afyonkarahisar 0.15 577 0.19 781
Ağrı 0.48 776 0.35 673
Amasya 0.11 214 0.15 293
Ankara 0.20 4957 0.19 5240
Antalya 0.18 1653 0.20 2131
Artvin 0.25 248 0.31 309
Aydın 0.28 1557 0.24 1453
Balıkesir 0.28 1914 0.24 1751
Bilecik 0.10 114 0.18 225
Bingöl 0.33 364 0.18 208
Bitlis 0.27 319 0.28 362
Bolu 0.31 519 0.26 436
Burdur 0.18 282 0.26 432
Bursa 0.16 2032 0.15 2294
Çanakkale 0.19 578 0.18 544
Çankırı 0.14 154 0.22 237
Çorum 0.16 541 0.18 616
Denizli 0.31 1588 0.22 1253
Diyarbakır 0.18 826 0.23 1439
Edirne 0.14 351 0.19 490
Elazığ 0.28 759 0.16 483
Erzincan 0.17 211 0.26 298
Erzurum 0.23 867 0.21 754
Eskişehir 0.15 649 0.14 638
Gaziantep 0.25 1391 0.11 798
Giresun 0.17 415 0.19 477
Gümüşhane 0.14 98 0.21 148
Hakkari 0.42 368 0.18 191
Hatay 0.19 1233 0.26 1936
Isparta 0.15 354 0.23 589
Mersin 0.19 1529 0.20 1863
İstanbul 0.23 13005 0.23 16246
İzmir 0.23 4872 0.23 5309
Kars 0.50 651 0.62 893
Kastamonu 0.27 597 0.36 824
Kayseri 0.10 615 0.11 761
Kırklareli 0.13 266 0.14 310
Kırşehir 0.51 624 0.1 123
Kocaeli 0.38 2844 0.20 1701
Konya 0.23 2350 0.14 1495
Kütahya 0.17 615 0.21 758
Malatya 0.19 701 0.11 433
Manisa 0.29 2249 0.23 1857
Kahramanmaraş 0.25 1189 0.17 940
Mardin 0.21 508 0.23 648
Muğla 0.17 769 0.24 1189
Muş 0.47 665 0.19 278
Nevşehir 0.12 184 0.17 285
Niğde 0.27 470 0.16 299
Ordu 0.20 740 0.28 1163
Rize 0.51 918 0.19 338
Sakarya 0.13 611 0.14 709
Samsun 0.17 1057 0.23 1642
Siirt 0.17 156 0.21 249
Sinop 0.32 378 0.57 691
Sivas 0.42 1418 0.22 754
Tekirdağ 0.13 521 0.24 1114
Tokat 0.18 597 0.16 568
Trabzon 0.12 489 0.17 758
Tunceli 0.69 292 5.80 2322
Şanlıurfa 0.20 872 0.15 894
Uşak 0.16 314 0.16 348
Van 0.45 1387 0.28 1101
Yozgat 0.11 273 0.20 517
Zonguldak 0.25 859 0.93 3685
Aksaray 0.14 258 0.11 209
Bayburt 0.10 42 0.15 59
Karaman 0.19 239 0.25 344
Kırıkkale 0.06 95 0.19 301
Batman 0.32 510 0.25 505
Şırnak 0.16 198 0.48 727
Bartın 0.26 288 0.41 486
Ardahan 1.41 788 0.55 306
Iğdır 0.58 374 0.32 229
Yalova 0.19 196 0.18 207
Karabük 0.23 292 0.30 405
Kilis 0.08 46 0.11 66
Osmaniye 0.10 230 0.14 358
Düzce 0.14 266 0.16 314
GENEL 0.23 80092 0.22 87111

23 Mart 2009 Pazartesi

17 Şubat 2009 Salı

TDKP ve EMEP ÜZERİNE

Aşağıda Sol derginin 13 Şubat tarihli sayısında yayımlanan söyleşim yer almakta.

Bedahet Tosun 80 Darbesi öncesi ve sonrasındaki sıcak dönemden yakın arkadaşım. Zihnimde yücelttiklerimden biridir. Zor zamanlarda örnek tavırlar göstermiştir. “Devrimciler” romanımdaki en olumlu karakter Bedri tipi üç kişinin karışımıdır. İşkencede kaybettiğimiz Ekrem Ekşi’dir teki. İsim Bedahet’ten esinlenilmiştir. Tosun cezaevi dönemi sonrası EMEP’e katılmadı. Ama dirsek temasını sürdürüyor. SAV (Sosyal Araştırmalar Vakfı) kurucusudur ve altı yıl bu vakfın başkanlığını yapmıştır.

Geçmişte Halkın Kurtuluşu-TDKP hareketi içinde çok Kürt vardı. Önderlikte de. Hem birliği hem ayrılma hakkını savunurdu. Orada ve burada ciddi çatışmalara girdi. Ama o zamanlar bu harekete Kürtçü bir hareket denmezdi. Şimdi değişik çevrelerden pek çok insanla karşılaştığımda onun mirasçısı için “Ha onlar mı, Kürtçü parti!” diyorlar. Bu bir yanılsama mı?

Bence değil. Söylediğin doğru. Bizim eskiden birlikte olduğumuz yapı, içinde halkın çeşitli katmanlarını barındıran bir yapıydı. Belki THKO’dan da gelen ilişkilerin devamı olarak tabanında çok Kürt vardı. Çok istediği halde çoğalamamış, ama kabul edilebilir sayıda bir işçi kitlesi vardı. Öğrenciler vardı. Fakat bunların hepsini bir araya getiren şey etnik kökenler ya da başka şeyler değildi. Onları bir araya getiren sosyalizmdi. Sosyalizmin ilkelerini, ama doğru ama yanlış teorik temellerini oluşturmaya çalıştılar. Bunda çok cesur da davrandılar. THKO gibi güçlü bir mirasla zaman zaman ters düşebilecek şeyleri de söylemeyi göze alarak sosyalizmin değerlerini bulmaya, daha önemlisi uygulamaya çalıştılar. Tüm ekip bunu yapmaya çalıştı. O dönem TKP’nin sendikalar içindeki hakimiyetinden kaynaklanan çok güçlü bir işçi tabanı vardı. Bunun karşısında işçi tabanı çok güçlü olmasa bile bizim ekip de varoşlardan, yoksul kesimlerden ve köy kökenlilerden gelen bir tabana sahipti. Dev-Yol, Dev-Sol daha şehirli, daha okumuş kesimden oluşan bir tabana sahipti. Öğrenciler arasında güçlüydüler. Bizim de büyükçe bir öğrenci kitlemiz vardı, ama öğrencilerin daha yoksul kesimiydi bunlar. Bizde tüm bu kesimler açısından ortak hedef sosyalizmdi. Hiçbir zaman etnik siyaset yapılmadı, ama oradan da kopulmadı. Zaten hem PKK ile hem onun önceli olan Kürt hareketleriyle çıkan çatışmaların kaynağını burada aramak gerekiyor.

Bir temel farklılık daha vardı. Bence günümüzü geçmişten ayıran en temel farklılık: Bizde bir iktidar kavramı vardı. Biz idealleştirdiğimiz düşünceyi bulunduğumuz ortamlarda hayata geçirmek için çabaladık, bu düşünceyi yaymaya, toplumla birlikte bu düşünceyi ayağa kaldırmaya çalıştık ve bulunduğumuz her yerde her kesime karşı mücadele etmek zorunda kaldık. Kim iktidarsa. İktidar orada askerse askerle, PKK ise PKK ile. İktidar orada Dev-Yol’sa ona karşı, örneğin ODTÜ’de. Biz mücadele etmeyi tercih ettik ve bırakmadık. Bu dünyayı değiştirmeliyiz diyorduk, bir gelecek ülkümüz vardı ve bunun için her yerde her kesime karşı mücadele etmek gerektiğine inanıyorduk. Gerçi bunun lafını daha az yapıyorduk, belki eksiklerimizden biriydi.

O yüzden de, evet, Güneydoğu’da bir yığın yandaşımız öldürüldü. Özetle o zaman dışardan bakıldığında bunlar senin deyişinle “Kürtçü bir harekettir” denmezdi. Artık “sosyalist”, “komünist”, bakan kişinin nitelemesine göre sınıfsal yapıya oturmuş bir hareketti. İşte 12 Eylül’den sonra sadece bizimkiler değil, tüm öteki hareketler de “yeni insan”, “yeni toplum” ülküsünden bir parça uzaklaştılar. Bu ülkü herkesin kafasında bir şekilde var ama, erişilebilir olmaktan çıktı kafalarda, bunun için bir şeyler yapmak gerekir düşüncesi zayıfladı. Sol iktidar mantığından uzaklaştı. Artık kendi varlıklarını korumak veya bulundukları kapalı çevrelerde kendi iktidarlarını pekiştirmek şeklinde bir niyete dönüştü. Bir yerde küçük de olsa bir yönetim almak, bir hak almak… bunlar söylemlerde vardı, ama gerçekleşmedi. Solun bu son 1 Mayıs’taki tavrını da yanlış buluyorum. Toplumsal duyarlılığın arttığı topluma vereceğimiz mesajların daha çok algılanacağı bir dönem biz çıkıp dayak yemeyi tercih ettik. Dayak yemek için, yapmış olmak için çıktık. Yapmış olmak için yapılmaya başladı birçok şey. Arada bazı istisnalar dışında. Bunlardan biri 1 Mart’tır. Orada bir iktidar ruhu yakalanmıştı. Biz bunu yapabiliriz diye bir irade oluştuğunda biz bunu becerdik. Şimdi bunları niye söyledim. 12 Eylül sonrasındaki toparlanma döneminde sol, özellikle bizim ekip, siyasal varoluş içinde doğal olarak bir arada bulunulması gereken, var olan düzene karşı mücadele eden Kürt hareketiyle yan yana olmak gerekliliğini gördü. Bu doğruydu. Yanlış olan, onlar çok aktif ve kendi mantıkları içinde iktidara oynayan bir çizgi oldukları için, bizse iktidar hedefini kaybettiğimizden bu süreç içinde sol kendi kimliğini bıraktı, Kürt hareketi yanında bir yapılar grubu haline geldi.

Ama iktidar bilinciyle yaklaşınca yine çatışma çıkmaz mı? Nitekim 90’lı yılların başında bunlar orada yeniden “izinsiz” örgütlenmeye başladılar. PKK altı adamlarını daha öldürdü.

Dışardan bakıldığı zaman son on beş yılın ittifakları sıradan insanlara hep Kürt politikalarının merkezde olduğu sol ittifaklar imajı veriyor. Bunların içinde bu tür ittifaklara en çok çaba gösteren ekiplerden biri EMEP olduğu için de “Kürtçü hareket” yaftasını taşımaya başladı hak etmediği halde. Ama buna bir hak etme nedeni bulmak istersek, bana göre bunda neden Türkiye’deki sol hareketin, özelinde Emek Partisi’nin iktidar mantığıyla hareket etmemesidir. 12 Eylül öncesinde çeşitli sol örgütlerle birlikteliklerimiz oldu. Bu birlikteliklerin hepsinde biz güçlü olduğumuzda, iktidar olma güç ve etkinliğimizi sahaya yansıttığımız yerlerde birliktelikler gerçekleşti. Onların öncesinde de o gruplarla çatışmalarımız olmuştu. Ben şuna inanıyorum. Farklılıklar doğal olarak çatışmayı getirir. Hele iki taraf da iktidar hedefindeyse. Siyasal iktidarla çatışmalar da bu durumlarda şiddetlenir. Ama çatıştığın kesim dost taraftaysa onlarla köprüleri atamazsınız.

O dönemden kalın kırmızı bir broşür anımsıyorum. PKK’nın niteliğiyle, onunla nasıl mücadele edilmesiyle ilgili yazılanlar unutulur gibi değildi. Hangisi yanlıştı? O mu, şimdiki tavır mı?

Bence yanlış olan tek tek olaylara bağlı olarak birilerini karşı tarafa itmek. Orada politik sorumluluk ve tecrübe çok önemli. Devrim tarihine bakın: Ekim devriminin güçleri arasında ne çatışmalar yaşanıyor, parti büroları basılıyor, insanlar öldürülüyor. Devrimin belli bir aşamasına kadar yine de bunlar dostlar cephesinde kabul ediliyor. Lenin çok ağır eleştiriyor, çatışmaları yatıştırmaya çalışıyor, ama devrim ancak belirli bir aşamaya ulaştıktan sonra, onlarla birlikteliğin gerekli olmadığı zamanda bunları karşı tarafta gördüğünü açıklıyor. İdeolojik mücadelede çok net olmak gerekir, sınırları doğru çizmek gerekir. Fakat bu sınırları çizdikten sonra dışınızdaki birileriyle birlikte olmaya çalışmak bir sorumluluk gereğidir. Ben onu ideolojik bir tespit olarak görmedim. Anlık, oturmamış siyasetler olarak görüyorum. Yoksa bugünlerini anlatamazdı EMEP. Şu andaki birlikteliği de arkadaşlar bana şöyle açıklıyorlar: Kürt hareketinin çok geniş bir emekçi tabanı var. Eğer biz birlikte hareket edebilirsek bunları etkileyebiliriz. Hepimiz şunu biliyoruz. Bu hareket içinde de bir ayrışma yaşanıyor. Dayandığı taban Kürt emekçileri, yoksulları. Kürt burjuvalarının, gericilerinin de bir gericileştirme politikası var. Böyle birliktelikler olmazsa bu tabanın sola yabancılaşması daha hızlı olur. Bu doğru. Yanlış olan ne peki: Bu birliktelikler Kürt emekçilerini bir ölçüde etkiliyorsa da sol burada kendi sınırlarını gösteremediği ve bunu iktidar mücadelesinin bir unsuru olarak ortaya koyamadığı için ittifaklar daha çok etnik siyasetin işine yarıyor.

DTP Avrupa Birliği’ni doğrudan destekliyor, ABD ile pazarlık içinde, ama EMEP böyle değil. Bu şartlarda nasıl oluyor da ikisi sürekli ittifak içinde görünüyor? 80 öncesinde böyle bir şeyi insanlara anlatabilir miydik?

Anlatamazdık. Ben hala şu iktidar kavramı üstünde durmaya devam edeceğim. Bunu çok önemsiyorum. Geçmiş dönemimize bak. Ne zaman biz şunları yapabiliriz, bunun için gereken neyse altını doldurabiliriz diye ortaya çıksak başarılı olduk. Bunu yapmak çok zor, ama bir tepki de göstermek lazım dediğimiz yerde dayak yedik. Dayağı tırnak içinde söylüyorum. 12 Eylül’le sol siyasetin kaybettiği şey gelecek ülküsüne olan inancın zayıflaması. Sizde bu irade yoksa birlikte olduğunuz grupların çizgileri baskın oluyor. Siz AB’yi savunmasanız bile DTP ile birlikte olduğunuzda dışardan AB’ci bir politika gibi görülüyor. Ne kadar aksi yönde çabalarsanız çabalayın bu böyle anlaşılıyor. Doğru, geçen seçim ittifakı amorf bir ittifaktı. İçinde Kürt partisi vardı, Kürt düşmanı da, AB yanlıları vardı, karşıtları da. Bunu şöyle açıklıyor arkadaşlar: Evet biz kimliği olan bir partiyiz, ama birlikte yürüyebileceğimiz partilerle asgari müştereklerle bir arada olabiliriz. Bunları kazanabiliriz. Çok doğru bir önerme, fakat genel bir önerme. Gerçeği hep birlikte biliyoruz, dünya tarihi de böyle örneklerle doludur. Doğru birliktelikler devrimci grubun güçlü olduğu ve merkezinde bulunduğu birlikteliklerdir. Sosyal demokratların gericiliğini kınarken de çuvaldızı kendimize batırmak gerektiğine inanıyorum. Eğer sol politikalar daha güçlü olsa, onlar daha solda yer alma gereği duyarlardı.

Bir de magazin sorusu. Bizimkilere köylü hareketi diyorlar bazıları. Biz köylü müydük?

Ben de zaman zaman duyardım böyle lafları. Bazıları bana da takılırdı, işte siz köylü partisisiniz diye. Başta bahsettiğim gibi. Bizde öğrencilerimiz arasında bile yoksullar, köy kökenliler çoğunluktaydı. Bir de feodalizmin var oluşunu ideolojik olarak en çok öne çıkaran gruplardan biriydik. Biraz buralardan geliyor. Ama hiçbir dönemde köylü ideolojisini yüceltmedik.

Züppe şehirli olmaktansa saf köylülüğü tercih ederim. Yine konuya dönelim. İlk Evrensel gazetesindeki deneyimi biliyorum. Zaten o deneyimle bu arkadaşlarla tamamen kopmuştum. Bir yığın işbirlikçi liberali “aydın” birliği içinde görüp bünyelerine katmışlardı. Ondan sonra bir kavga koptu aralarında ama, ben hiçbir zaman Evrensel çevresinden liberal burjuva edebiyatına, medyasına karşı dik bir tutum göremedim. Hep ikircikli. En son Aydın Çubukçu’nun Orhan Pamuk meselesindeki tavrı buna örnek.

Avrupacı aydınlar veya liberal sol diye bir kavram gündemimize girdi. Burada da aynı şey geçerli. Onun oluşum nedeni de yine biziz. Biz yeterince güçlü olsaydık şimdi liberal solu konuşmaktan ziyade aşırı solu konuşuyor olacaktık. Evrensel projesi yakın geçmişte beni en çok heyecanlandıran projelerden biriydi. Çünkü emek adına topluma söz söyleyebilecek bir mecranın kurulması, bu mecrada solun değişik kesimlerini yansıtacak bir haber kaynağının oluşturulması çok önemliydi. Eğer proje doğru hayata geçirilseydi bugün Türkiye siyasi hayatında güçlü bir soldan söz edebilirdik belki. EMEP de merkez olurdu, niye olmasın. Ama EMEP o zaman bütün sol grupların merkezi olma olgunluğunda değildi. İkincisi de her sol girişimin minimum bileşkeleri, hedefleri olmalıdır. Ne olursan ol gel değil, belli sınırlar içinde olanlar gelsin demek lazımdı ve o sınırlar içinde olanları toparlayabilecek bir olgunluk ve süreklilik sağlamak gerekirdi. Evrensel bu niyetle çıktı. Ama doğru bir siyasal yönlendirme yapılamadığı için savrulmalar yaşandı. Hiç orada olmaması gereken insanlara kapı açılırken kesinlikle orada olması gereken insanlar unutuldu veya göz ardı edildi. Sonra da “Merkez benim, bu çizgiyi benimseyen kalır, benimsemeyen gider” diye tamamen uç başka bir noktaya kayıldı, proje öldü. Yine iktidar meselesine geleceğim. Sizin böyle bir iradeniz varsa, güçlüyseniz, kendinize güveniyorsanız, bence Orhan Pamuk’tan rahatsız olmazsınız. Biz güçlüysek Orhan Pamuk gibi insanların yaptıkları şeyler solun gelişimine az ya da çok hizmet eder. Ama bugün sol güçlü olmadığı için bizden olması gereken birçok insan başka yerlerdeler ve başka şeylere hizmet ediyorlar. Aydın Çubukçu’nun farklılığını biraz böyle değerlendirmek lazım diye düşünüyorum. İnsanları iterek ne kadar gideceksin. Birilerini iterek değil, kendi politikamızı netleştirerek ayrışma yaratırsak daha sağlıklı bir çizgiye otururuz.

Burada TKP’ye biraz dokundurayım. TKP bir yanıyla çok doğru şeyler yapıyor. Her vesileyle imza toplamalar, ikide bir miting düzenlemeler… Bunlar mücadeleyi bir yere hapsetti. TKP “Abi ben burada yokum” dedi. “Ben politik bağımsızlığımı göstereceğim” dedi, sürüden ayrılmayı tercih etti. Doğru buraya kadar, ama bunu yaparken yalnızlaşmayla birlikte tercih etti. Adında komünist olan bir örgütün dostlarına sırt çevirme lüksü olamaz. Nitekim bugün yine ortak adaylarda birleşme niyeti göstermesi doğrudur.

“Çatı Partisi”ni olumlu görüyorsun galiba?

Evet, önemsiyorum. Biz SAV’da solun bazı ileri gelenlerini topladık, tartışmalar düzenledik. Orada gördüm ki bu insanlar birbirleriyle daha önce konuşmamışlar. Birbirlerinin bazı fikirlerini daha yeni duyuyorlar. İletişimi artırma anlamında bu fikri önemsiyorum. Bu tartışmalar kitle önünde yapılırsa çok fayda sağlar diye düşünüyorum. Ama asıl neden bu da değil. Tabanda eyleme dayalı bir birliktelik kurulabilirse taban birleşecektir. O zaman Ufuk Uras gibiler de daha rahatlıkla ayrışacaktır.

Ama Uras olsun DTP yöneticileri olsun kurnazlıkta üst düzeydeler. Böyle birlikteliklerde istisnasız biçimde en başta EMEP kazık yiyor. En son İzmir’de Levent’i üç kağıda getirdiler. Ya yine kapalı kapılar ardında üç beş kişi bir araya gelip sonra kitlelere “İşte partiniz budur, bunlar da adaylarınız” derlerse?

İzmir konusunda dediğin doğru. Kapalı pazarlığa gelince. Yine böyle bir şey olduğunda taban reddetmeli. Ve bunu deklare etmeli. Öyle bir şey gördüğümde ben kişi olarak bulunduğum her ortamda bunu seslendirerek “hayır” demeyi düşünürüm.


Site Meter

18 Haziran 2008 Çarşamba

ERGİN YILDIZOĞLU'NUN KARŞIDEVRİMCİLER ÜZERİNE CUMHURİYET KİTAP'TA ÇIKAN YAZISI

13 Haziran 2008

“Karşıdevrimciler”(*)

Kaan Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf olarak…

Bu yıl “1968 olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken “restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda, giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine “bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an yaratmaya başladığından söz edilebilir.

Bu “bütünsel” an içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin verimliliğini” kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı söylenebilir. İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini bu verimlilik kaybında aramak gerekiyor.

“1968 olayı” olarak bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler, birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye, toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle kesilebildi.

İnsanlar, bu sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden canlandırdılar.

Alain Badiou’nun son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik ürünlerinin[[1]] ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde” birden bire patlak verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu “hakikatin” de kendi öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka açıdan yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif bireyi aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni “öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni doğan “hakikate” sadakat beyan eden özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.

“1968 olayı”, her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.

Ancak kısa sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime katılmaya başlayanlar oluşturuyordu.

Bu “yapıya dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne” dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal olarak: “Hakikate” ihanet!

“İhanet”, bunun için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi en zor olan bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil, kendini öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini edinmek. Bu uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten sonra, yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan Arslanoğlu’nun Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin, toplumda yeni bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini yeniden hayal etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir psikoloğun, mesafeli soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.

Karşıdevrimciler, ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen, titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını kolaylaştırmış.

Kaan Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar “karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden görebiliyoruz.

Öznenin “yapıya” geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme yollarını, yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal destek mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.

Ama bence Kaan Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla gerçekleştiriyor. Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı eleştirel duruş ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar, “toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en yaygın adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline geliyorlar. O zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan oluşmuş, her kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir sembolik evren içinde buluyoruz.
“Karşı devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini yerine getirmiş oluyor.

Tüm bu güçlü yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda, kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan, sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı, “gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.

Sonuç olarak, Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in, okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek, buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla, karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.

[1] Alain Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005) Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)

[*]Kaan Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008


Site Meter

12 Mayıs 2008 Pazartesi

TURGAY FİŞEKÇİ'NİN Cumhuriyet'teki YAZISI

KARŞIDEVRİMCİLER

Kaan Arslanoğlu 1980 sonrası toplumsal hayatımızı edebiyata taşıyan -Oya Baydar’la birlikte- önde gelen iki isimden biri. “Karşıdevrimciler” (İthaki Yayınları), 1988’de yayımlanan ilk romanı “Devrimciler”den bugüne onuncu romanı.

Yirmi yılda on roman. Her iki yılda bir yeni roman yazmış Arslanoğlu. Arada yine ülkemizin geçirdiği büyük sarsıntıların toplumsal ve insani dünyaları nasıl etkileyip değiştirdiği üzerine yazdığı düşünce kitapları da var.

Kaan Arslanoğlu, geleneksel bir çizgide, bir hikâye anlatmak için roman yazmıyor; eski deyimle “tezli roman” denilen, bir düşünceyi savunmak, açıklamak, okurlara iletmek için yazıyor.

Nedir Kaan Arslanoğlu’nun romanlarındaki tez?

Kaba bir tanımlamaya gidebilmek güç. Ama şunu söyleyebiliriz: 1980’den bugüne ülkemiz ve dünya yeni bir döneme girdi. Bu dönem insanoğlu için de, onun üzerinde yaşama alanı bulduğu yerküremiz için de pek olumlu bir süreç değil. İnanılmaz boyuttaki bilimsel ve teknolojik gelişimlere karşın, insanlığın düşüncede ve pratikteki olumlu birikimlerinin yok sayıldığı; daha vahşi, yok edici bir dünya düzenine ulaşıldı. Bu acımasızlığın geldiği noktada ise insan soyunun da, yerkürenin de varlığı tehlikede.

“Kuşbakışı“, “Yoldaki İşaretler” ve geçen yıl yayımlanan “Sessizlik Kuleleri -2084-” bu sorunlara küresel ölçekte yaklaşan romanlardı.

“Karşıdevrimciler”, ülkemizin bugününde hemen her gün türlü gazetede yazılarını okuduğumuz, akşamları televizyon kanallarında karşımıza çıkan günümüz “aydın”larının yaşamlarından kesitler getiriyor. Kimileri üniversitede öğretim üyesi olmuştur, kimi parti başkanı, kimi türlü vakıfların yöneticisi.

1980 darbesinin cezaevlerine, işkence odalarına, yurtdışı sürgünlere gönderdiği, arkalarında öldürülmüş, sakat bırakılmış yakınlar, arkadaşlar bırakan aydınlar, bu derin yenilginin intikamını alır gibi, yıllar içinde sol görüşlü ama iktidar çevreleriyle içli dışlı “liberal”lere dönüşmüşlerdir.

“Değiştiremiyorsak düzeni, bu kadar mı kulu kölesi kesilmek lazım?”

Üstelik artık “oyun” küresel ölçektedir. Küresel güçler, her şey gibi insanları, düşünceleri, siyasal oluşumları da kendilerinin bile sezemeyeceği inceliklerle alıp satmakta, süreci istedikleri gibi yönlendirmekte hiç zorlanmamaktadırlar.

“Karşıdevrimciler”de karşımıza çıkan “devrimciler” işte böylesi bireylerdir.

Kaan Arslanoğlu, yalnızca roman yazmış olmak için roman yazmıyor. Onun derdi başka. Toplumumuzun, insanlığın içinde bulunduğu çıkmaz yola, insani bir çıkış yolu gösterebilmek. Bunun için temel araçlardan biri de yalansız olabilmek. İçine gömüldüğümüz, kuşatıldığımız, inandırıldığımız yalanlardan kurtulmak.

Bunun için sorgulayıcı, ufuk açıcı düşünceler koyuyor okurun önüne. Gerçek diye bildiğimiz şeylerin başka yüzleri olabileceğini gösteriyor.

Tezli romanlar yazması, örnekleri edebiyatımızda çok görülen, düşünceye boğulmuş, zor okunan metinler ortaya çıkarmıyor. “Karşıdevrimciler”, ilginç olay örgüsü, birbiri içine geçen ajanlık, cinayetler, kayıplar vb. ögelerle kolay okunan, sürükleyici bir roman.

Ama Kaan Arslanoğlu’nun asıl önemli yanı, günümüzde söylenmeyeni söylemesi, dillendirilmeyeni dillendirmesi. Önümüze, yaşadığımız günleri sorgulamamızı sağlayacak pencereler açması.

Bu özelliği, onu günümüz edebiyatında benzersiz bir konuma yükseltiyor.
7.5.2008


Site Meter