Aşağıda Sol derginin 13 Şubat tarihli sayısında yayımlanan söyleşim yer almakta.
Bedahet Tosun 80 Darbesi öncesi ve sonrasındaki sıcak dönemden yakın arkadaşım. Zihnimde yücelttiklerimden biridir. Zor zamanlarda örnek tavırlar göstermiştir. “Devrimciler” romanımdaki en olumlu karakter Bedri tipi üç kişinin karışımıdır. İşkencede kaybettiğimiz Ekrem Ekşi’dir teki. İsim Bedahet’ten esinlenilmiştir. Tosun cezaevi dönemi sonrası EMEP’e katılmadı. Ama dirsek temasını sürdürüyor. SAV (Sosyal Araştırmalar Vakfı) kurucusudur ve altı yıl bu vakfın başkanlığını yapmıştır.
Geçmişte Halkın Kurtuluşu-TDKP hareketi içinde çok Kürt vardı. Önderlikte de. Hem birliği hem ayrılma hakkını savunurdu. Orada ve burada ciddi çatışmalara girdi. Ama o zamanlar bu harekete Kürtçü bir hareket denmezdi. Şimdi değişik çevrelerden pek çok insanla karşılaştığımda onun mirasçısı için “Ha onlar mı, Kürtçü parti!” diyorlar. Bu bir yanılsama mı?
Bence değil. Söylediğin doğru. Bizim eskiden birlikte olduğumuz yapı, içinde halkın çeşitli katmanlarını barındıran bir yapıydı. Belki THKO’dan da gelen ilişkilerin devamı olarak tabanında çok Kürt vardı. Çok istediği halde çoğalamamış, ama kabul edilebilir sayıda bir işçi kitlesi vardı. Öğrenciler vardı. Fakat bunların hepsini bir araya getiren şey etnik kökenler ya da başka şeyler değildi. Onları bir araya getiren sosyalizmdi. Sosyalizmin ilkelerini, ama doğru ama yanlış teorik temellerini oluşturmaya çalıştılar. Bunda çok cesur da davrandılar. THKO gibi güçlü bir mirasla zaman zaman ters düşebilecek şeyleri de söylemeyi göze alarak sosyalizmin değerlerini bulmaya, daha önemlisi uygulamaya çalıştılar. Tüm ekip bunu yapmaya çalıştı. O dönem TKP’nin sendikalar içindeki hakimiyetinden kaynaklanan çok güçlü bir işçi tabanı vardı. Bunun karşısında işçi tabanı çok güçlü olmasa bile bizim ekip de varoşlardan, yoksul kesimlerden ve köy kökenlilerden gelen bir tabana sahipti. Dev-Yol, Dev-Sol daha şehirli, daha okumuş kesimden oluşan bir tabana sahipti. Öğrenciler arasında güçlüydüler. Bizim de büyükçe bir öğrenci kitlemiz vardı, ama öğrencilerin daha yoksul kesimiydi bunlar. Bizde tüm bu kesimler açısından ortak hedef sosyalizmdi. Hiçbir zaman etnik siyaset yapılmadı, ama oradan da kopulmadı. Zaten hem PKK ile hem onun önceli olan Kürt hareketleriyle çıkan çatışmaların kaynağını burada aramak gerekiyor.
Bir temel farklılık daha vardı. Bence günümüzü geçmişten ayıran en temel farklılık: Bizde bir iktidar kavramı vardı. Biz idealleştirdiğimiz düşünceyi bulunduğumuz ortamlarda hayata geçirmek için çabaladık, bu düşünceyi yaymaya, toplumla birlikte bu düşünceyi ayağa kaldırmaya çalıştık ve bulunduğumuz her yerde her kesime karşı mücadele etmek zorunda kaldık. Kim iktidarsa. İktidar orada askerse askerle, PKK ise PKK ile. İktidar orada Dev-Yol’sa ona karşı, örneğin ODTÜ’de. Biz mücadele etmeyi tercih ettik ve bırakmadık. Bu dünyayı değiştirmeliyiz diyorduk, bir gelecek ülkümüz vardı ve bunun için her yerde her kesime karşı mücadele etmek gerektiğine inanıyorduk. Gerçi bunun lafını daha az yapıyorduk, belki eksiklerimizden biriydi.
O yüzden de, evet, Güneydoğu’da bir yığın yandaşımız öldürüldü. Özetle o zaman dışardan bakıldığında bunlar senin deyişinle “Kürtçü bir harekettir” denmezdi. Artık “sosyalist”, “komünist”, bakan kişinin nitelemesine göre sınıfsal yapıya oturmuş bir hareketti. İşte 12 Eylül’den sonra sadece bizimkiler değil, tüm öteki hareketler de “yeni insan”, “yeni toplum” ülküsünden bir parça uzaklaştılar. Bu ülkü herkesin kafasında bir şekilde var ama, erişilebilir olmaktan çıktı kafalarda, bunun için bir şeyler yapmak gerekir düşüncesi zayıfladı. Sol iktidar mantığından uzaklaştı. Artık kendi varlıklarını korumak veya bulundukları kapalı çevrelerde kendi iktidarlarını pekiştirmek şeklinde bir niyete dönüştü. Bir yerde küçük de olsa bir yönetim almak, bir hak almak… bunlar söylemlerde vardı, ama gerçekleşmedi. Solun bu son 1 Mayıs’taki tavrını da yanlış buluyorum. Toplumsal duyarlılığın arttığı topluma vereceğimiz mesajların daha çok algılanacağı bir dönem biz çıkıp dayak yemeyi tercih ettik. Dayak yemek için, yapmış olmak için çıktık. Yapmış olmak için yapılmaya başladı birçok şey. Arada bazı istisnalar dışında. Bunlardan biri 1 Mart’tır. Orada bir iktidar ruhu yakalanmıştı. Biz bunu yapabiliriz diye bir irade oluştuğunda biz bunu becerdik. Şimdi bunları niye söyledim. 12 Eylül sonrasındaki toparlanma döneminde sol, özellikle bizim ekip, siyasal varoluş içinde doğal olarak bir arada bulunulması gereken, var olan düzene karşı mücadele eden Kürt hareketiyle yan yana olmak gerekliliğini gördü. Bu doğruydu. Yanlış olan, onlar çok aktif ve kendi mantıkları içinde iktidara oynayan bir çizgi oldukları için, bizse iktidar hedefini kaybettiğimizden bu süreç içinde sol kendi kimliğini bıraktı, Kürt hareketi yanında bir yapılar grubu haline geldi.
Ama iktidar bilinciyle yaklaşınca yine çatışma çıkmaz mı? Nitekim 90’lı yılların başında bunlar orada yeniden “izinsiz” örgütlenmeye başladılar. PKK altı adamlarını daha öldürdü.
Dışardan bakıldığı zaman son on beş yılın ittifakları sıradan insanlara hep Kürt politikalarının merkezde olduğu sol ittifaklar imajı veriyor. Bunların içinde bu tür ittifaklara en çok çaba gösteren ekiplerden biri EMEP olduğu için de “Kürtçü hareket” yaftasını taşımaya başladı hak etmediği halde. Ama buna bir hak etme nedeni bulmak istersek, bana göre bunda neden Türkiye’deki sol hareketin, özelinde Emek Partisi’nin iktidar mantığıyla hareket etmemesidir. 12 Eylül öncesinde çeşitli sol örgütlerle birlikteliklerimiz oldu. Bu birlikteliklerin hepsinde biz güçlü olduğumuzda, iktidar olma güç ve etkinliğimizi sahaya yansıttığımız yerlerde birliktelikler gerçekleşti. Onların öncesinde de o gruplarla çatışmalarımız olmuştu. Ben şuna inanıyorum. Farklılıklar doğal olarak çatışmayı getirir. Hele iki taraf da iktidar hedefindeyse. Siyasal iktidarla çatışmalar da bu durumlarda şiddetlenir. Ama çatıştığın kesim dost taraftaysa onlarla köprüleri atamazsınız.
O dönemden kalın kırmızı bir broşür anımsıyorum. PKK’nın niteliğiyle, onunla nasıl mücadele edilmesiyle ilgili yazılanlar unutulur gibi değildi. Hangisi yanlıştı? O mu, şimdiki tavır mı?
Bence yanlış olan tek tek olaylara bağlı olarak birilerini karşı tarafa itmek. Orada politik sorumluluk ve tecrübe çok önemli. Devrim tarihine bakın: Ekim devriminin güçleri arasında ne çatışmalar yaşanıyor, parti büroları basılıyor, insanlar öldürülüyor. Devrimin belli bir aşamasına kadar yine de bunlar dostlar cephesinde kabul ediliyor. Lenin çok ağır eleştiriyor, çatışmaları yatıştırmaya çalışıyor, ama devrim ancak belirli bir aşamaya ulaştıktan sonra, onlarla birlikteliğin gerekli olmadığı zamanda bunları karşı tarafta gördüğünü açıklıyor. İdeolojik mücadelede çok net olmak gerekir, sınırları doğru çizmek gerekir. Fakat bu sınırları çizdikten sonra dışınızdaki birileriyle birlikte olmaya çalışmak bir sorumluluk gereğidir. Ben onu ideolojik bir tespit olarak görmedim. Anlık, oturmamış siyasetler olarak görüyorum. Yoksa bugünlerini anlatamazdı EMEP. Şu andaki birlikteliği de arkadaşlar bana şöyle açıklıyorlar: Kürt hareketinin çok geniş bir emekçi tabanı var. Eğer biz birlikte hareket edebilirsek bunları etkileyebiliriz. Hepimiz şunu biliyoruz. Bu hareket içinde de bir ayrışma yaşanıyor. Dayandığı taban Kürt emekçileri, yoksulları. Kürt burjuvalarının, gericilerinin de bir gericileştirme politikası var. Böyle birliktelikler olmazsa bu tabanın sola yabancılaşması daha hızlı olur. Bu doğru. Yanlış olan ne peki: Bu birliktelikler Kürt emekçilerini bir ölçüde etkiliyorsa da sol burada kendi sınırlarını gösteremediği ve bunu iktidar mücadelesinin bir unsuru olarak ortaya koyamadığı için ittifaklar daha çok etnik siyasetin işine yarıyor.
DTP Avrupa Birliği’ni doğrudan destekliyor, ABD ile pazarlık içinde, ama EMEP böyle değil. Bu şartlarda nasıl oluyor da ikisi sürekli ittifak içinde görünüyor? 80 öncesinde böyle bir şeyi insanlara anlatabilir miydik?
Anlatamazdık. Ben hala şu iktidar kavramı üstünde durmaya devam edeceğim. Bunu çok önemsiyorum. Geçmiş dönemimize bak. Ne zaman biz şunları yapabiliriz, bunun için gereken neyse altını doldurabiliriz diye ortaya çıksak başarılı olduk. Bunu yapmak çok zor, ama bir tepki de göstermek lazım dediğimiz yerde dayak yedik. Dayağı tırnak içinde söylüyorum. 12 Eylül’le sol siyasetin kaybettiği şey gelecek ülküsüne olan inancın zayıflaması. Sizde bu irade yoksa birlikte olduğunuz grupların çizgileri baskın oluyor. Siz AB’yi savunmasanız bile DTP ile birlikte olduğunuzda dışardan AB’ci bir politika gibi görülüyor. Ne kadar aksi yönde çabalarsanız çabalayın bu böyle anlaşılıyor. Doğru, geçen seçim ittifakı amorf bir ittifaktı. İçinde Kürt partisi vardı, Kürt düşmanı da, AB yanlıları vardı, karşıtları da. Bunu şöyle açıklıyor arkadaşlar: Evet biz kimliği olan bir partiyiz, ama birlikte yürüyebileceğimiz partilerle asgari müştereklerle bir arada olabiliriz. Bunları kazanabiliriz. Çok doğru bir önerme, fakat genel bir önerme. Gerçeği hep birlikte biliyoruz, dünya tarihi de böyle örneklerle doludur. Doğru birliktelikler devrimci grubun güçlü olduğu ve merkezinde bulunduğu birlikteliklerdir. Sosyal demokratların gericiliğini kınarken de çuvaldızı kendimize batırmak gerektiğine inanıyorum. Eğer sol politikalar daha güçlü olsa, onlar daha solda yer alma gereği duyarlardı.
Bir de magazin sorusu. Bizimkilere köylü hareketi diyorlar bazıları. Biz köylü müydük?
Ben de zaman zaman duyardım böyle lafları. Bazıları bana da takılırdı, işte siz köylü partisisiniz diye. Başta bahsettiğim gibi. Bizde öğrencilerimiz arasında bile yoksullar, köy kökenliler çoğunluktaydı. Bir de feodalizmin var oluşunu ideolojik olarak en çok öne çıkaran gruplardan biriydik. Biraz buralardan geliyor. Ama hiçbir dönemde köylü ideolojisini yüceltmedik.
Züppe şehirli olmaktansa saf köylülüğü tercih ederim. Yine konuya dönelim. İlk Evrensel gazetesindeki deneyimi biliyorum. Zaten o deneyimle bu arkadaşlarla tamamen kopmuştum. Bir yığın işbirlikçi liberali “aydın” birliği içinde görüp bünyelerine katmışlardı. Ondan sonra bir kavga koptu aralarında ama, ben hiçbir zaman Evrensel çevresinden liberal burjuva edebiyatına, medyasına karşı dik bir tutum göremedim. Hep ikircikli. En son Aydın Çubukçu’nun Orhan Pamuk meselesindeki tavrı buna örnek.
Avrupacı aydınlar veya liberal sol diye bir kavram gündemimize girdi. Burada da aynı şey geçerli. Onun oluşum nedeni de yine biziz. Biz yeterince güçlü olsaydık şimdi liberal solu konuşmaktan ziyade aşırı solu konuşuyor olacaktık. Evrensel projesi yakın geçmişte beni en çok heyecanlandıran projelerden biriydi. Çünkü emek adına topluma söz söyleyebilecek bir mecranın kurulması, bu mecrada solun değişik kesimlerini yansıtacak bir haber kaynağının oluşturulması çok önemliydi. Eğer proje doğru hayata geçirilseydi bugün Türkiye siyasi hayatında güçlü bir soldan söz edebilirdik belki. EMEP de merkez olurdu, niye olmasın. Ama EMEP o zaman bütün sol grupların merkezi olma olgunluğunda değildi. İkincisi de her sol girişimin minimum bileşkeleri, hedefleri olmalıdır. Ne olursan ol gel değil, belli sınırlar içinde olanlar gelsin demek lazımdı ve o sınırlar içinde olanları toparlayabilecek bir olgunluk ve süreklilik sağlamak gerekirdi. Evrensel bu niyetle çıktı. Ama doğru bir siyasal yönlendirme yapılamadığı için savrulmalar yaşandı. Hiç orada olmaması gereken insanlara kapı açılırken kesinlikle orada olması gereken insanlar unutuldu veya göz ardı edildi. Sonra da “Merkez benim, bu çizgiyi benimseyen kalır, benimsemeyen gider” diye tamamen uç başka bir noktaya kayıldı, proje öldü. Yine iktidar meselesine geleceğim. Sizin böyle bir iradeniz varsa, güçlüyseniz, kendinize güveniyorsanız, bence Orhan Pamuk’tan rahatsız olmazsınız. Biz güçlüysek Orhan Pamuk gibi insanların yaptıkları şeyler solun gelişimine az ya da çok hizmet eder. Ama bugün sol güçlü olmadığı için bizden olması gereken birçok insan başka yerlerdeler ve başka şeylere hizmet ediyorlar. Aydın Çubukçu’nun farklılığını biraz böyle değerlendirmek lazım diye düşünüyorum. İnsanları iterek ne kadar gideceksin. Birilerini iterek değil, kendi politikamızı netleştirerek ayrışma yaratırsak daha sağlıklı bir çizgiye otururuz.
Burada TKP’ye biraz dokundurayım. TKP bir yanıyla çok doğru şeyler yapıyor. Her vesileyle imza toplamalar, ikide bir miting düzenlemeler… Bunlar mücadeleyi bir yere hapsetti. TKP “Abi ben burada yokum” dedi. “Ben politik bağımsızlığımı göstereceğim” dedi, sürüden ayrılmayı tercih etti. Doğru buraya kadar, ama bunu yaparken yalnızlaşmayla birlikte tercih etti. Adında komünist olan bir örgütün dostlarına sırt çevirme lüksü olamaz. Nitekim bugün yine ortak adaylarda birleşme niyeti göstermesi doğrudur.
“Çatı Partisi”ni olumlu görüyorsun galiba?
Evet, önemsiyorum. Biz SAV’da solun bazı ileri gelenlerini topladık, tartışmalar düzenledik. Orada gördüm ki bu insanlar birbirleriyle daha önce konuşmamışlar. Birbirlerinin bazı fikirlerini daha yeni duyuyorlar. İletişimi artırma anlamında bu fikri önemsiyorum. Bu tartışmalar kitle önünde yapılırsa çok fayda sağlar diye düşünüyorum. Ama asıl neden bu da değil. Tabanda eyleme dayalı bir birliktelik kurulabilirse taban birleşecektir. O zaman Ufuk Uras gibiler de daha rahatlıkla ayrışacaktır.
Ama Uras olsun DTP yöneticileri olsun kurnazlıkta üst düzeydeler. Böyle birlikteliklerde istisnasız biçimde en başta EMEP kazık yiyor. En son İzmir’de Levent’i üç kağıda getirdiler. Ya yine kapalı kapılar ardında üç beş kişi bir araya gelip sonra kitlelere “İşte partiniz budur, bunlar da adaylarınız” derlerse?
İzmir konusunda dediğin doğru. Kapalı pazarlığa gelince. Yine böyle bir şey olduğunda taban reddetmeli. Ve bunu deklare etmeli. Öyle bir şey gördüğümde ben kişi olarak bulunduğum her ortamda bunu seslendirerek “hayır” demeyi düşünürüm.
17 Şubat 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder