Kaan Arslanoğlu’nun yaklaşık yirmi yıldır romanlarında ve kuramsal kitaplarında işlediği ana tezlerin özetidir:
YENİ BİR UMUT ANLAYIŞI
YENİ BİR PARADİGMA
1- İnsan evrimini tamamlayamamış, gelişmemiş bir canlıdır. Zeka, olumlu kişilik özellikleri, irade gücü, akıl yönünden fakirdir. Aklı hayvanlarınkinden belirgin ölçüde yüksek düzeyde, ama yine kendi yarattığı kültür değerlerine, ideallere göre çok aşağı düzeydedir. İnsanlık sosyalizm deneyini de bu yüzden becerememiştir. Eşitsiz, adaletsiz sistemleri yeğlemesinin, binlerce yıldır temel problemlerini çözememesinin asıl nedeni budur.
2- Şu anda insanlığın en büyük problemi küresel kirlenme ve iklim değişiklikleri nedeniyle Dünyanın biyolojik ölüm sürecine girişidir. Suçlusu yine kendisi, vazgeçemediği kapitalizmdir. Nüfus sorunu, açlık, şişmanlık, salgın hastalıklar, savaşlar, kazalar soyumuzun öteki ağır sorunlarıdır. Ne ki insanlık bu en ciddi sorunları gündeminin en arka sıralarına atmakta, ikincil problemlerle fazlasıyla ilgilenmektedir.
3- İnsan biyolojik anlamda da eşitsizlik mağduru bir canlıdır. Akıl-zeka, kişilik-karakter yönünden ciddi farklılıklar içindedir. Pek çok özelliği toplumlarda çan eğrisi biçiminde dağılım gösterir. Olumlulukta ve olumsuzlukta büyük yığınlar ortalama düzeydedir, küçük azınlıklar ise uç özellikler taşır. Bu yüzden de insanlık ne öldürür ne güldürür. (Ancak artık öldürmektedir. Bkz: Madde 2) Küçük orandaki parlak zekalılar bunu genellikle olumsuz yönde kullanır, ötekilerin aleyhine güç ve kazanç elde ederler. Hem zeki olup hem zekalarını daha çok toplum yararına kullananlar her dönem her ülkede istisnayı oluşturan insanlardır. Bu yüzden yüksek kültür değerleri hiçbir zaman geniş yığınlarca benimsenemez. İdealler kısa dönemler dışında hiçbir zaman hayata geçirilemez.
4- İnsan değişik kişilik gruplarına ayrılır. Bunlar neredeyse birer alt tür gibi çok farklı özellikler gösterir. (Toplumu hep iyiye doğru geliştirmek isteyenler, statükocular, kötücül psikopatlar, çıkarcı sosyopatlar, siyasi köktendinciler v.s gibi yirmiye yakın alt tür...) Günlük yaşamdaki, siyasetteki, meslekteki, felsefedeki, sanattaki vs. anlayışları, tepkileri yazılı tarihin ilk dönemlerinden beri birbirine pek fazla benzer. Kişilikler arasındaki çatışma sınıflar arasındaki çatışma kadar önemlidir.
5- Karakteri insanın kaderidir. İnsanın her alandaki yeğlemelerini kişiliği belirler. Kişiliğini belirleyen de esas olarak genetik yapısıdır. Yetişme koşulları, çevre etkenleri de ciddiyetle ele alınmalıdır, ne var ki bunlar ikincil belirleyenlerdir. Dolayısıyla kişinin seçtiği-kapıldığı ana ve tali yollar çevresinden çok kişiliğinin götürdüğü yollardır. Önemli bir kural olarak, ortalama-sıradan kişilik özellikleri çevre koşullarından daha çok etkilenir (geniş yığınlar çevre koşullarından daha çok etkilenir de diyebiliriz), sıradışı-uç kişilik özellikleri çevreden daha az etkilenir.
6- İnsanın biyolojik sınırlarını kabul etmek ve tüm yaşamda bu bilgiyi rehber kılmak üç bakımdan mutlak gereklidir:
Bir, bu bilgi öteki birçok temel bilgi gibi gerçeğin bilgisidir. Herhangi bir önemli gerçeği, duygularımızı olumsuz etkiliyor, işimize gelmiyor, inandıklarımıza kalıp yargılarımıza ters düşüyor diye reddetmek öbür alanlardaki bilgimizi ve inançlarımızı da samimiyetsiz ve zayıf kılar, ufkumuzu daraltır.
İki, bu gerçeği kabul etmemek tüm öteki gerçeklikleri reddetmenin kaçınılmaz sonuçlarına benzer şekilde insanı bir gün bir yerde duvara toslatır ya da her gün burnunu yere sürter.
Evet, buradaki yeni paradigma insanın umudunu başlangıçta biraz kırar. Umutsa hem bireyler hem gruplar ve toplumlar için ekmek kadar, su kadar gerekli bir yaşam enerjisi ve mücadele azmi kaynağıdır. O halde kendini kandırma temelinde sahte umutları bırakıp yeni ve gerçekçi umutlar yaratmak kaçınılmaz görevdir.
Tüm insani biyolojik sınırlar kişisel ya da yığınsal anlamda çevre düzenlemelerinin, iradi çabanın, eğitimin, örgütlenmenin, değiştirme uğraşlarının olanaklarını -gerçek yaşamda zaten keskin biçimde görüldüğü gibi- daraltır. O konudaki bilimsel uyarılar işin zorluğunu maddi kaynağına işaret ederek gösterir.
Ve üç. Ama söz konusu bilimsel kuram tüm bu çabaların önemsiz olduğunu göstermez, aksine daha çok önemsememiz gerektiğini vurgular. Değiştirme olanaklarımız kısıtlıysa, kötü doğal olarak iyiye baskınsa, buradan çıkaracağımız sonuç işi tümden boşlamak değildir. (Geçersiz umutlarla yüklülerin ezici çoğunluğu parlak söylemlerinin aksine zaten eninde sonunda o çaresiz noktaya varırlar.) Tersine daha sabırlı, daha akılcı, daha ekonomik, daha iradi çalışmanın gerekliliğinin üstünde ısrarla durur. Şimdinin bölük pörçük, bir o zaman bir bu zaman, yalaş bulaş etkinlikleriyle değiştiriciliğe çabalayan, ancak günlük yaşamda, iş yaşamında, siyasette, felsefede, sanatta, bir bütün olarak kapitalizmle hesaplaşmayan sol muhalefetin büyük çoğunluğunun yaptığı bu değildir.
Yine de tek amaç yolun sonuna varmak olmamalıdır; çünkü yolun sonu yoktur. İyinin zaferi, direnmek, ayakta kalmak ve geçici baskınlıklarla sınırlıdır. Amaç bu yolda yürümektir, umut bu bitimsiz bayrak yarışının içinden yeşertilmelidir.
7- Ancak insanlığın daha temelden, daha gerçek kurtuluşu genetik değişimiyle mümkün olacaktır. Doğal ya da yapay yollarla. Şu veya bu alanda büyük ya da küçük her olumlu çaba az veya çok bu kurtuluşa hizmet edecektir. 26.12.2006
18 Ocak 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Kapitalizm, bireysel özgürlüğün son durağı mı? Liberal kuramcılar diyor ki: "Serbest piyasa ekonomisi, belki eşitlik, kardeşlik ve adalet sağlayamıyor ama hiç olmazsa özgürlüğü garanti altına alıyor." Özgürlüğün, tüketicilerin marka seçme özgürlüğüne ya da soyut vatandaşların eşit yasal haklarına indirgenemeyeceğini düşünüyorsak, liberalizmin ilk eleştirmenlerinden Rousseau ve Marx'ın alternatif özgürlük anlayışlarından hâlâ öğreneceğimiz çok şey var.
Çoğumuz, ya özgürlüğü kuralsızlık olarak tanımlayıp, mutlak özgürlüğün hiçbir toplumda var olamayacağını düşünüyoruz, ya da özgürlüğü "özel alan" içindeki serbestliğe indirgeyip, kendimizi özgür hissetmenin özgür olmak için yeterli olduğuna inanıyoruz. Peki, ya Rousseau'nun iddia ettiği gibi ayağımızdaki zincirleri halhal zannedip çiçeklerle süslüyorsak?
Özgürleşmenin ilk adımı, şu anda neden özgür olmadığımızı kavramaktan geçiyor.
Modern toplumda içine düştüğümüz "özgürlük yanılsaması"nı açıklayan Rousseau ve Marx, özgürlüğün ihtiyaçlarla ilişkisine dair iki farklı tez öne sürüyor. Rousseau'ya göre, uygarlık, arzuları ve bağımlılıkları artırdıkça toplumlar yozlaşır ve insanlar farkına varmadan özgürlüklerini kaybeder. Özgürlüğün koşulu "yapay arzular"dan kurtularak yetenekler ve ihtiyaçlar arasında denge kurulmasıdır. Oysa Marx'a göre özgürleşme ancak ihtiyaçların artması ve insancıllaşmasıyla mümkündür. Bütün ihtiyaçlarımızı para ihtiyacına indirgeyen "meta fetişizmi"nden kurtulma mücadelesi, yabancılaşmanın aşılmasının da önünü açar. Bu kitap, "Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Nasıl özgürleşebiliriz?" sorularının peşine düşen herkesi düşünsel bir yolculuğa davet ediyor. Özgürlük Yanılsaması kitabından tanıtım yazısı. "İnsanlığa Bu Açıdan Hiç Baktınız mı?" sorusu çok önemli.Emeğinize,yüreğinize sağlık.Kitabınız çıkınca sitenize eklermisiniz? Dostlukla.
Düzeltmen: Nurten Tuç
Kapak Tasarımı: Savaş Çekiç
Sayfa Düzeni: Gönül Göner
Venezüella'nın başkenti Caracas'ta, Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu’nun (WFDY) düzenlediği 16. Dünya Gençlik ve Ögrenci Festivali, 8 Ağustos 2005 günü Harp Akademisi’nde yapılan görkemli bir törenle başladı. Bende oradaydım. O günlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
"Emperyalizme ve savaşa karşı barış ve dayanışma" ortak çağrısıyla örgütlenen festivale Türkiye'den gençler katılacak. Türkiye'de festivale katılımı örgütlemek üzere Türkiye Komünist Partili öğrencilerin çağrısıyla Jose Marti Dostluk Derneği, Barış Derneği, Üniversite Konseyleri ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin katkılarıyla hazırlık komitesi oluşturuldu. Komitede görev aldım.Chavez’e bin selam olsun!
Venezüella Cumhurbaşkanı Chavez tarafından verilen mesajlar, dünyada oldukça ses getirdi. Türkiyede ki medyamız olanları görmezden geldi. Çünkü Chavez, ABD’ye açıktan tavır alıyor, ABD’yi terörist ilan ediyor, yine ABD’yi saldırılarına devam ederse, petrol ticaretini kesmekle tehdit ediyordu. Chavez’in konuşmasından öte, düzenlenen festival bile ABD’nin canını sıkmak için yeterliydi.
Chavez’in önderliğinde, dünyanın bir çok ülkesinden, anti emperyalist, devrimci insan, emperyalizme karşı topyekün mücadele yürütmek için neler yapılması gerektiğini bu festivalde tartışıyordu. Festivalle 144 ülkeden yaklaşık 20 bin kişi katıldı. Festivalde kurulan anti emperyalist mahkeme ile emperyalizm yargılandı. Törenin sonunda söz alan Hugo Chavez, gençlik festivali geleneğinin sebebi olan ABD tarafından, Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine yönelik düzenlenen terörist eylemlerden bu yana sosyalizmin yaşadığı zaferleri ve yenilgileri anlattı. Chavez sırasıyla, Çin, Küba ve Vietnam devrimlerini, Fidel'i, Che'yi, Şili’li sosyalist önder Salvador Allende'yi selamladı. Sovetler Birliği’nin dağılmasını ise bir "insanlık trajedisi" diye nitelendirdi. Aynı zamanda kapitalizmin yarattığı ahlaki tahribatı dile getiren Chavez, 1990'ların başında piyasaya sürülen "tarihin sonunu" müjdeleyen teoriyi mahkum etti ve sosyalizmi "feniks" kuşuyla karşılaştırarak ulusal önderi Simon Bolivar'ın memleketi olan Venezüella'da "küllerinden yeniden doğdu" şeklinde ifade etti.
Küba'nın efsanevi önderi Fidel Castro’nun, festivali naklen seyrettiğini söyleyen Hugo Chavez, kendisine sıcak bir selam gönderdi. Törene katılan onbinlerce kişi Fidel'i ve Chavez'i selamladı.
Ayrıca, 45 yıldır Küba'yı ambargoyla boğmaya çalışan; tüm Latin Amerika'da, Japonya'da, Vietnam'da yaptıklarından dolayı insanlık tarihinde gelmiş geçmiş en « vahşi ve en ikiyüzlü emperyalist devlet» diye nitelendirdiği ABD'ye lanet okudu. Chavez ABD’ye seslenerek, "E ğer bize de saldırırsanız, bu kıtayı yakar ama size vermeyiz” dedi. Cumhurbaşkanı Chavez, bu konuşmasıyla sosyalizme doğru yürüyüşünü daha aleni ve net bir şekilde ifade etmiş oldu.
Prensa Latina gazetesinden günlük haberi yazımın altına ilave ediyorum.
Caracas, 2 Şubat 2007(Prensa Latina) Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in Kongre’den isteği doğrultusunda kabul edilen Kararname Yasası (Ley Habilitante), sosyalist projenin kurulmasını destekleyen bir mekanizma olarak önem kazanıyor.
Ulusal Meclis ilgili oturumunda, Başkan’ın yeni bir ulusal model için dönüşümlerin hızlandırılması amacıyla yasama yetkisinin geçici olarak Chavez’e devredilmesi önerisini kesin olarak kabul etti.
Tartışma esnasında Başkan Yardımcısı Jorge Rodriguez, söz konusu düzenlemenin bazılarının iddia ettiği gibi diktatörlüğü değil, demokrasiyi, barışı ve sosyalizmi güçlendirmeyi amaçladığını hatırlattı.
Devlet Başkanı’na kanunlar çerçevesinde çeşitli kuralları ve kararları onaylama yetkisi veren bu yasanın, resmi gazetede yayınlanmasından itibaren 18 ay boyunca yürürlükte kalması öngörülüyor. Gazete haberi burada bitiyor.
Aslında ABD ile Venezüella arasındaki ipler, Chavez’in son açıklamalarıyla iyice gerildi. Ancak bu gerginlikten, olumsuz yönde etkilenen ABD' dir.
ABD yönetimi ve Bush’a destek verenler, Chavez’in bu çıkışları karşısında deliye dönüyorlar. Chavez’in ortadan kaldırılması gerektiği ABD yönetimine hakim ve ABD, bu görüşü açık açık dillendirmekten çekinmiyor.
Chavez’in anti empryalist, halkçı ve devrimci çıkışının tüm dünyada heyecan uyandırmasının sebebi nedir peki? Bu noktaya nasıl gelindi?
Chavez 1998 yılında Venezüella devlet başkanlığına geldiğinden itibaren, emperyalizme karşı savaşacağını açıklamaktan ve bu yolda adım atmaktan çekinmemişti. İktidara geldikten sonra yaptığı ilk iş, yıllardır ABD emperyalizmine direnen ve tüm dünyada emperyalizme direnişin ve sosyalizmin kalesi olarak bilinen Küba’yla ilişkileri ilerletmek oldu. Chavez’in, Castro ile olan dostluğu, Latin geleneğinin, ABD’nin başına bela olacağının en büyük göstergesiydi.
ABD, Chavez’i devirmek için sayısız darbe tezgahladı ancak, Chavez’e sahip çıkan Venezüella halkı, bu darbe girişimlerinin hepsini boşa çıkardı.
Diktatör Chavez propagandası tutmadı
En büyük darbe girişimi, 2002 yılında, Amerikancı sermaye çevrelerinin örgütlediği “genel grevler”le, Chavez’i teslim alma girişimi olmuştu. Dört gün süreyle, yönetimi ele geçiren sermayeciler, ABD’nin tam desteğini almıştı. Chavez’in bir diktatör olduğu, genel grevler ile yani “halk iradesiyle” görevden alındığı havası yaratılmak isteniyordu. Ancak, halkın Chavez’e sahip çıkması, başta sermayenin elinde bulunan televizyonlar olmak üzere, sermaye merkezlerin halk tarafından basılması, ordunun Chavez’e sahip çıkması ile Chavez tekrar görevinin başına dönmüştü. “Diktatör” Chavez’e halkı sahip çıkıyordu. Venezüella’da, yapılan yerel seçimlerde, Chavez’in oyunu yüzde yüz arttırması, diktatör suçlamasına esaslı bir cevap oldu.
Chavez’in daha sonra giriştiği devrimler, ABD etkisinin Venezüella’da iyice kırılmasına neden oldu. Yapılan toprak reformu ile büyük toprak sahiplerinin toprakları köylülere dağıtıldı. Daha önce ABD şirketlerine akan petrol gelirleri, halk yararına kullanılmaya başlandı. Bedava sağlık bedava eğitim uygulamalarıyla, halkçı bir rejime doğru önemli adım atılmış oldu. Chavez’in, ülkesin sosyalizme doğru ilerlediğini açıklaması boşuna değil.
Sosyalizme doğru yol alan Venezüella, Latin Amerika kıtasında anti emperyalist direnişinde merkezi oldu.
Dostlukla.
Yorum Gönder