SERPİL GÜLGUN'UN YAZISI AYNEN ŞÖYLE:
DEVRİMİN “CEMAZİYELEVVEL”İ
Lenin dirilip gelse ne yapardı? Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’e neden kızardı? Kaan Arslanoğlu, son kitabında hem bu soruları tartışıyor, hem de psikiyatriyi, felsefeyi ve genetiği harmanlayarak siyasete, sola ve tarihe bakıyor.
Kaan Arslanoğlu, Türkiye Komünist Partisi’nin efsane karakterlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın adını ilk kez 12 yaşındayken gazetelerden okumuş. Kaan Arslanoğlu, 1959 doğumlu olduğuna göre, tarih, 1971. Gazetelerden okuduğu ve çevresinden duyduklarına göre, gençleri silahlı eylemlere kışkırtıp sonra da sınır ötesine tüyen, aldatılarak ölüme sürüklenen solcu gençlerin kanına giren bir adam Kıvılcımlı. Gazetelerle, çevrenin dili böyle olduğuna göre 12 Mart günlerinde Türkiye. Kemal Tahir yaşıyor. Ama Orhan Kemal öleli bir yıl olmuş. Tanpınar öleli ise, 9 yıl. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü anan yok. Buna karşın “İnce Memed” rüzgarı hala durmamış. “Anayurt Oteli’nin yayımlanmasına iki, Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı köyünden İstanbul’a taşınmasına daha beş yıl var. “Parasız Yatılı” yayınlanmış. “Tutunamayanlar” da.
Hayır, böyle bir edebiyat okuması yapmıyor Kaan Arslanoğlu.
Çünkü bu kitabın konusu edebiyat değil. Sol. Söz bir ara Nazım Hikmet’in şiirine gelse de rahatlıkla diyebiliriz ki “Evrimsel Açıdan Devrim” Kaan Arslanoğlu’nun bugüne kadar yayımlanmış en politik kitabı. Dolayısıyla, bu yanıyla politikayla, ama tabii, sol cenahtaki politikayla yakından ilgili okura çok şey söyleyecektir. 12 Mart’ı ya da 12 Eylül’ü bizzat yaşadıysanız ya da diyelim ki o dönemleri merak eden genç bir okursanız kitabın 1. bölümünü oluşturan, “Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamak”, fazlasıyla ilginizi çekecektir. Bu biir. Yalnız hemen uyaralım: Beş ana bölümden oluşan “Evrimsel Açıdan Devrim”, bir nostalji kitabı değil. Yani, hem geçmişi yadedeyim, hem de hisleneyim olayı yok! Bu da ikii.
Evet, Kaan Arslanoğlu, geçmişe, üstelik de sadece yakın geçmişe, 12 Mart ya da 12 Eylül’e değil, daha uzağa, Nazım Hikmet’li yıllara, 1940’lar Türkiye’sine gidiyor. Okurunu, komünistler, işkenceler, dönemin meşhur polisi Parmaksız Hamdi, Nazım Hikmet, ihanetler derken tek parti diktasının atmosferini başarıyla hissettiriyor. Fakat bunu duygulanımlar boyutunda değil, tarihsel bir zeminde oturtarak, verilerden, notlardan yola çıkarak yapıyor. Peki, didaktik mi bunu yaparken? Değil. “Politik Psikiyatri’de ya da kendi okurunun alışık çizgiye yakın bir üslupta, mümkün olduğu kadar anlatılanı sadeleştirerek, okuruyla doğrudan iletişime geçer bir üslupla yapıyor.
Arslanoğlu, siyaseten doğrucu bir yazar değil. Olmadığı gibi aykırı, hatta, ilk anda, özellikle alt bir okuma yapmazsanız ya da sonraki cümlelere bakmazsanız, provokatif gibi algılanabilecek cümleler (örnekse: “İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben..”) de kuran bir yazar. Üstelik de, bunu kendi cenahına ve ‘kutsal’larına (örnekse: Stalin’e, Stalinistlere ve anti-Stalinist’lere aynı anda karşı çıkarak) da rahatlıkla yöneltebilen bir yazar. Doğrusu bu ya, bu da, onu tıpkı Cemil Meriç gibi iki dünyada da yalnız bırakan bir etmen.
BUGÜNÜN İKLİMİ
Köylünün sefaleti. İşçinin direnişi. Küçük aydının bunalımı. Nasıl 1960’larla 1970’lerin edebiyatına ve sanatına nüfuz etti ve damgasını vurduysa, bugünkü iklim de dille oynamayana, ‘şiire’ yakın metinler yazmayana, ‘masalsı’ atmosferler yaratmayana, sırf anlatmak için anlatmayana, ‘yeni roman’ın örneklerini vermeyene mesafeli. Bunun sonucunda da görmezci, yok sayıcı. Eh, bu anlamda da değişen bir şey yok.
“Evrim Açısından Devrim”e gelince, görünen o ki, Kaan Arslanoğlu, bu kitabında da dilediği kadar günümüzün en parlak felsefecileri, (ki bu arada ikisi de Marksistler) Zizek’le Karatani’nin ya da Althusser (evet, şu karısını boğan ‘deli filozof’) üzerinden Marksizmi, Stalin’i tartışsa da, Lenin’i günümüze getirse de, psikiyatri bağlamında Lacan ve Derrida’yla konu alsa da, (bilim kurgu yazan genç birkaç yazarı saymazsak) ya da insan doğasına, zekasına ve genetiğe kafa yorsa da, ekonomiyi tartışsa da, 3. tekilin Tanrısal gücüyle konuşmadığı, dahası, meseleyi mümkün olduğunca sadeleştirerek anlattığı ve anlaşılır olduğu müddetçe kabul görmeyecek. Bu da iki kere iki dört!
22 Şubat 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)