2 Nisan 2013 Salı

Değerli Dostlar,

Yeni bir internet sitesi kurduk:

www.insanbu.com

Gelişmeleri oradan izleyebilirsiniz. Yeni yayınımızı beğeneceğinizi ve destekleyeceğinizi umuyorum.

Bu bloğu da yakında güncelleyeceğim.

İlginiz için teşekkür ederim.

Sevgiyle, saygıyla. Kaan Arslanoğlu

2.4.2013

29 Haziran 2010 Salı

CUMHURİYET'İN SEÇKİNCİ KÜLTÜRÜ

SANAT CEPHESİ HAZİRAN SAYISINDA ÇIKAN YAZIM

Bu ay ana dosya konusu olarak gazetelerin kültür-sanat sayfalarını ele almayı saptamıştık. Cumhuriyet Gazetesi bana düştü.


Günlük gazetelerin her şeye rağmen en iyisi olarak gördüğüm Cumhuriyet’i bir yazar olarak on yıllardır eleştiriyorum. Geçenlerde yaptığım son eleştiri yine polemik konusu haline gelmiş, gazetedeki dostlar da hayli üzülmüştü. Burada daha dikkatli yazmaya çalışacağım, umarım yeni kırgınlıklara yol açmaz.

Kültür-sanat bölümü yine on yıllardır eleştiri oklarımdan çok nasibini almıştı. Derdim neydi, şimdi ne? Sanatçılar ortalama insandan daha bireyci ve daha bencildirler bana göre. Tabii her yazar kendi yapıtlarının medyada daha çok yer almasını ister, bu karşılığı bulamayınca öfkelenebilir. Ben de buna benzer tavırları göstermişimdir, ermiş değiliz, insanız ne de olsa. Ancak Cumhuriyet kültür sayfaları bana göre yapıtlarıma yeteri ve gereği kadar yer vermiştir. Birçok yayın yönetmeni altında birçok dönemde. Derdimin kişisel olmadığını anlatmak istiyorum. Yayın dünyasındaki eleştirilerin çoğu kırgınlıktan, küskünlükten kaynaklanır ve o nedenle de içlerinde dikkate değer, önemli öğeler taşısalar da yeterince ciddiye alınmazlar. Oysa küskünlük ve kırgınlık haklı olduğu ölçüde ayıp da sayılmamalıdır ve bu duyguları ifade eden tepkiler bazen her şeyi kabullenen ermiş tavrından daha kıymetlidir. Ne ki, buradaki eleştiriler kişisel tepki ürünü değildir, bir partili yazarca yazılsa da “parti tepkisi” değildir.

İşte benim için yeni bir fırsat. Cumhuriyet Kültür’ü beğenmiyorum da, sorun bir bakalım, niye beğenmiyorum. 1 Nisan’dan 13 Mayıs’a dek 43 gün boyunca sayfaları inceledim. Saptamalarım şunlar:

Cumhuriyet’in kültür-sanat sayfalarında edebiyat haber ve yorumlarına öteki sanat-kültür dallarından daha az yer veriliyor. Edebiyat esasen Kitap Eki’ne bırakılmış. Bunu bir olumsuzluk anlamında belirtmiyorum. Edebiyat haberleri genelde küçük boyutta giriyor sayfalara, bazen biraz büyüyebiliyor. Ancak önemli görülen haberler yer bulabiliyor. 43 gün boyunca iki haber büyük boyutta verilmiş. Günter Grass’ın ülkeye gelişi, toplantıları ve onunla söyleşi (3 ayrı gün). Aslı Erdoğan’ın Sait Faik hikaye armağanını alışı (2 ayrı gün).

Genel bilgi anlamında sayfaların dökümü şöyle: Devamlı yazan üç köşe yazarı var: Zeynep Oral, Ahmet Cemal, Turgay Fişekçi. Zeynep Oral, ayrıca büyük yer tutan haber-yorum yazıları da yazıyor. Oral, bölümün en sık ve aynı zamanda kelime hesabıyla en çok üreten yazarı. Oktay Ekinci: Mimarlık ve mekanlar üstüne düzenli uzun yazılar yazıyor. Öteki yazılar da daha çok, plastik sanatlar, sinema, müzik, tiyatroyla ilgili. Başlıca yazarlar Evin İlyasoğlu, Sungu Çapan, Zülal Kalkandelen, Ayşegül Yüksel, Aslı Selçuk, Alper Turgut, Ceren Çıplak… Bir de Ayşe Emel Mesci. Tüm bu isimler arasında Turgay Fişekçi’yi saymazsak çizgisi, çizgimize yakın tek kişi var: O da sonuncusu. Buradan ne demek istediğimi biraz ima etmiş sayılırım; fakat daha da açmak gerekiyor.

En fazla yer kaplayan Zeynep Oral demiştik. Aslında Zeynep Oral’ın tarzını masaya yatırmak yüksek temsil özelliği nedeniyle Cumhuriyet kültür-sanatı anlamak için tek başına yeterli görülebilir. Evet, sol bir gazete olarak Cumhuriyet gazetesinin kültür sayfaları da neredeyse istisnasız solcularca hazırlanır ve sol bir renk taşır. Ama nasıl bir sol? Bu sol çizginin sosyalist bir çizgi olmadığı açık. Hatta anti-sosyalist yönü belirgin ölçüde baskın. Ama davamız kültür sayfalarını sosyalist çizgiye çekmek değil. Baştan izin vermemeliyim demagojiye. Bizim en genel anlamıyla sol gördüğümüz tavra-tutuma, Cumhuriyet Kültür’ün tavrı tutumu ne kadar yakındır, şimdi ona bakalım, problem buradadır:

“Uluslararası İstanbul Film Festivali müthiş coşkusu, çarpıcı, şaşırtıcı, olağanüstü, sıradan ve görkemli filmleriyle… İnsanı büyüleyen, şaşırtan, gülümseten, kahreden, öfkelendiren, isyana teşvik eden, bilgilendiren, insanın filmleriyle… Antidepresan “ilaç”larıyla, mayınlı alanları, bağımsızlık ve özgürlük savaşlarıyla… Anılarla beslenen, umutlarla desteklenen, tartışmalarla zenginleşen sohbetlerle… Ama en çok, en çok, sokaklara taşan her yaştan “gençlerin” tam bir şölen havasını yaşamaları ve yaşatmalarıyla sürüyor…” (8 Nisan)

43 günde Zeynep Oral’ın bulabildiğim en solcu paragrafı bu. Değerli Oral’a şunu sormak gerek: So what? Yani? Sanki dünya devrimci bir sanatın, devrimci bir sinemanın sert esen rüzgarlarıyla sarsılıyor ve düzene, adaletsizliğe başkaldırmış gençler arada biraz dinlenmek, moral güç toplamak için sinema salonlarına koşuyorlar, ardından barikatlara dönüyorlar!.. Zeynep Oral’la tanışmadık, yazılarından çıkardığım kadarıyla duyarlı, iyi bir insandır ve hayli de birikimlidir. Ayrıca Zeynep Oral gibi biri olmak çok isterdim, sırf göremediğim o görkem ve coşkunun hiç değilse bir parçasını fark edebilmek için. İzlemediğim filmlere bok atmak istemem, ancak takip ettiğim kadarıyla, dünyayı ve ülkemizi kan ve pislik götürürken hakikaten öyle filmler olsa ve bunca izleyicisi bulunsa, etrafın hali böyle mi olurdu ya!

CHP’ye Seçkinci Denir Ya!

Zeynep Oral’ın başka bir makalesinden:

“Tatatatataaaaaaam... Kozan Kalesi’nin tepesinde, en yüksek kulenin dibindeki düzlükte çiçekler ve beyaz tüllerle donatılmış yüksek bir tak ve bir platform. Nikâh masası platformun ortasında. Platformun arkadaki fon görüntüsü Çukurova ve Toroslar. Önünde ise, sıra sıra dizilmiş sandalyeler. Hepsi beyaz saten örtülerle “giydirilmiş”, süslü beyaz fiyonklarla donatılmış. İskemlelerin arasından gelin arabasının varacağı yere kırmızı bir halı uzanıyor. Öğleden sonra saat üç buçuk. Hoparlörlerden enfes bir müzik yayılıyor...

İskemlelerde kaynaşmış, bütünleşmiş ama tuhaf bir kalabalık... Bir yanda hayatta güneş yüzü görmemiş de güneşi gördüğü an açılmış saçılmış, pembe beyaz hanımlar... En cart renkler içinde, mavi, mor, eflatun, turuncu taftadan geniş dekolteli uzun elbiseler içinde... Başlarında tüylü ya da çiçekli şapkalar... Öte yanda, daha koyu renklerde ama şıklıkta ve pırıltıda hiç de geri kalmayan Kozanlılar...

Gelin Rosa Mary İrlandalı... O da İrlanda’dan düğüne gelen 30 kadar aile ve arkadaşları gibi pembe beyaz. Damat Fatih Poyraz, Çukurova güneşiyle kavrulmuş yağız bir delikanlı, Kozanlı.

Gözler araba yolunda, kaynaşmış toplulukta telaş artıyor... El kol ve beden diliyle konuşuyorlar... İşte gelin arabası, göründü, kıvrıla kıvrıla yamacı çıkıyor.

Gelin arabadan indi alkış koptu. Belfastlılar ve Kozanlılar dalgalandı.

İşte Rosa Mary babasının kolunda kırmızı halıda yürüyor, arkasında bir örnek giyinmiş nedimeleri...

Herkes yerini aldı. Müzik sustu. Başkan, öğütlerle espriler arası bir konuşma yaptı. Her derde deva Duru Çiftçi tercüme etti. İmzalar atıldı. Ayaklara basıldı. İki tarafın da anneleri, babaları ağladı. Arkadaşlar teselli etti. Çocuklar koşuştu. Herkes birbirine sarıldı.. Sarılıp sarılıp kucaklaştılar, öpüştüler. Bol bol fotoğraf çekildi. Müzik yine her yana yayıldı...

Sıra tam şampanyaları patlatmaya gelmişti ki, benim konferans saatim diyerek fırlayıp kaleyi terk etmem gerekti.

Fellini ya da Emir Kustirica’nın filmleri, yaşadığım o güzelim ve büyülü gerçeklik karşısında inanın çok sıradan kalırdı... ” (11 Nisan)

Evet, bu tarz sadece Zeynep Oral’a özgü değil ne yazık ki. Öteki yazarların çoğu da tarihin bir kesitinde sıkışıp kalmışlar. Sanki 80 darbesi sonrası yıllardayız. Sanki sadece sol siyaset üstünde değil, genel anlamda siyaset üstünde ağır yasaklar var. Sanki kültür-sanat sayfalarının yazarları her an yakalanıp içeri atılmanın korkusunu yaşıyorlar. Uzun paragrafları arasında azcık siyasi, azcık sol bir cümleyi ima yoluyla ifade ettiklerinde cuntacıların hışmına uğrayacaklar. Garip!

Cumhuriyet’in kültür sanat sayfaları sadece Celal Üster döneminde değil, ondan önceki dönemlerde de öteki sayfalardan şizofrenik bir yarılmayla tümden ayrıydı. Gazeteyi alırsınız elinize, ülkenin ne kadar karanlığa sürüklendiğine dair, bazıları biraz abartılı kasvetli yorumlar, berbat haberler, boğucu bir tablo. Kültür sayfalarına gelirsiniz, siyasetten, toplumdan, halktan, sokaktan yalıtılmış, steril, şıkır şıkır güzel kokulu ortamlar...

Anlatabiliyorum artık değil mi? Sanat illa mücadele sanatı mı olmak zorunda? Hayır böyle bir iddiam hiç olmadı. Öyle sanat baskın çıksa iyidir de, mücadelesiz iyi sanatı da severiz. Sanat illa halkın içinde, sıradan insana hitap edebilecek biçimde mi olmak zorunda? Hayır, böyle bir iddiam da olmadı. Ama bu kadar elitizm? Bu kadar burjuva seçkinciliği ve artı piyasacılık?? Buradan devam edeceğiz, şimdi Oral’dan son alıntı:

“Sicilya’nın Ragusa kentinde Uluslararası Rotary Kulüpleri tarafından düzenlenen, Palermo Universitesi ve Ragusa Belediyesi’nin işbirliğiyle gerçekleştirilen “Akdeniz: Uygarlıkların Özü” başlıklı toplantıda, bir hafta boyunca birlikte çalışmış; kendi ülkeleriyle “Akdenizli olmak” ilişkisini tartışmışlardı. Rotari Kulüpleri’nin gençlik kollarına yönelik bu etkinliğe katılabilmek için ülkelerinde sınavlardan, elemelerden geçmişlerdi. Onlara rehberlik eden 8 konuşmacıydık: İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan, Mısır, İsrail, Fas ve Türkiye’den öğretim üyeleri ve yazarlardık...” (18 Nisan)

Başka Bir Yaklaşım Mümkün!

İlişkileri ve tavrı bundan daha iyi özetleyebilir miyim? Yanlış anlaşılmasın bu ilişkilere ve tavra bir genel sol gazetede hiç yer yok demiyorum. Ama bu tavır yazıların onda dokuzunun tavrıysa? Ben yanıtlamayayım, siz yanıtlayın.

Turgay Fişekçi örneğin aşağıdaki paragraflarda keskin bir solculuk ve komünizm propagandası mı yapıyor? Hayata bir sanatçı olarak şöyle bir bakış içinde çoğunlukta görmek istediğimiz budur ve onu yansıtıyor:

“Şu ekonomik göstergeler denen sayıları ya da olguları nasıl yorumlamak gerektiğini de anlayabilmek güç.

Hemen her gün basın yayın organlarında Yunanistan’ın battığı, Türkiye’nin ise çok iyi durumda olduğuna ilişkin haberler yayımlanıyor.

Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne bakıyorsunuz, dünyadaki 177 ülke arasında Yunanistan 25., Türkiye 79. sırada. Türkiye cinsiyet eşitsizliğinde daha da diplerde, 111. sırada.

Çıplak göz de aynı şeyi söylüyor: Meriç’i geçer geçmez, motosikletler üzerinde dolaşan, kahvelerde, lokantalarda erkeklerle eşit oranda yer alan kadınlarla karşılaşıyorsunuz. Yaşamak eylemi, ortak bir şenliğe dönüşmüş. Meriç’in beri yanında ise kadın toplumsal hayattan elini çekmiş; kahvede, sokakta erkek egemen, yoksul, mutsuz bir toplum.

1971 askeri darbesi olduğunda, sıkça yinelenen bir ekonomik hedef vardı: 2000 yılında Türkiye, İtalya ile eşit gelişmişlik düzeyine erişecek, deniyordu.

Yıl 2010. İtalya ekonomik büyüklük bakımından bizim iki katımız, kişi başına düşen gelir bakımından üç katımız, dışsatımı bizimkinin dört katı, İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde, yeryüzünün en yaşanılası 18. ülkesi.

Çıplak göz de aynı şeyi söylüyor: Ülkenin kuzeyinden güneyine, bir uçtan bir uca ekilmemiş, işlenmemiş bir karış toprak yok.

12 Nisan sabahı, Vatan gazetesinin manşetine bakıyorsunuz, ülkemizin en verimli tarım alanlarından Gediz Ovası boydan boya satılık tarla ve traktör tabelalarıyla donanmış. Çiftçilerimiz hacizlerle, hapislerle boğuşuyor.

Bir de şunu anlamalı: Gelişme, kalkınma yalnızca sayılarla olmuyor. Gelişmenin insani olabilmesi gerek.

Biz yirmi beş yıl önce kent içi ulaşımda elektrikli troleybüsleri kaldırdık. İtalya hâlâ kullanıyor. Otobüsler de doğalgazlı. Onların kentlerinde hava pırıl pırıl, tertemiz; bizde Taksim’de, Kadıköy’de, Üsküdar’da, kim bilir daha nerelerde, kentlerin en işlek alanlarında belediye otobüslerinin saldığı egzoz gazlarından zehirlenmeden yürüyebilmek mümkün değil.

Hangisi gelişmişlik, hangisi insani?” (14 Nisan)

Hayata böyle bir bakıştan güzel sanat çıkar. Sol sanat çıkar. Böyle bir çizgi Cumhuriyet’te hakim olsa diyecek az şeyimiz kalır. Hatta Ahmet Cemal’in, topluma uzak ama hiç değilse erdemli havasına da fit olabiliriz:

“Ve bu arada: Artık herhangi bir büyüklüğü arayan ve isteyen de kalmadı. Şimdi çoğunluk, her alanda kalıcı büyüklüğün değil, ama isterse sadece birkaç aylık veya bir yıllık olsun, bir anda uçup gidebilecek ünün peşinde. Böylesi, bir yanardağın birkaç saatte koca bir kıtayı karartabildiği bir dünyada, çok gerçekçi diye nitelendirilmeyi hak eden bir tutum olabilir!” (23 Nisan)

Tabii Ayşe Emel Mesci’nin şöyle bir yaklaşımı tercihimizdir:

“Günümüzde tarihle yüzleşme adına yapılan tartışmalar içinde, tüm bu mücadele ve onu vermiş fedakâr insanlar, çok büyük bir komplo içinde kullanılmış piyonlar olarak sunulmak isteniyor. Buna hiç katılmıyorum. O gençlerin hiçbir çıkar gütmeden, bu yurdun makus talihini değiştirebilmek için tarihin öznesi haline gelmeye çalıştıkları unutulursa yakın tarihimiz doğru anlaşılamaz diye düşünüyorum” (19 Nisan)

Atlanan Haberler

Aynı dönemde kültür sayfalarında İşçi Filmleri festivaline yeterli sayılabilecek yer verilmiş. Bu güzel. Emek Sineması’nın yok edilmesine karşı eylemlere de çok yer verilmiş, o da güzel. Haber seçimi önceliklerinin hepsi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Örnek ver, dediğinizi duyar gibiyim. Hani bu dönem çok sol, sosyalist sanat etkinlikleri gerçekleştirilmiş de Cumhuriyet mi vermemiş, diyebilirsiniz. Bakın kültür sayfalarına en azından şu haberlerin girmesi, geniş olarak girmesi gerek diye düşünüyorum: Başbakan’ın edebiyatçıları çağırması, bir bölümünün gitmesi, tartışmalar, bir bölüm edebiyatçının protesto etmesi. Görülmeyecek bir haber mi bir kültür sayfası için? (Davete Cumhuriyet’ten üç yazarın da katıldığı gizlenmek istemiştir belki.) AKP’nin açtığı kısa film yarışması ve ona karşı açılan kampanya. Ataol Behramoğlu’na karşı AKP’nin açtığı dava ve Behramoğlu’na destekler. Volkan Konak’ın, Pepsi reklamını geri çevirmesi…

Şimdi dönelim edebiyat için seçilen en önemli haberlere: Günter Grass. Adam Ermeni ve azınlıklar meselesiyle ilgili gelmiş ve bize “tarihinizle yüzleşin” buyruğu veriyor. Cumhuriyet geniş geniş o samimiyetsiz görüşlere yer ayırıyor. Şizofreni dediğim şey bir de bu işte. Ve görüşmeyi yapan kişi “Beyefendi siz Naziliğinizi daha geçenlerde itiraf etmek zorunda kaldınız, bu nasıl tarihle yüzleşme!” diyemiyor. Öteki Aslı Erdoğan haberi. Bir ödül koyarsınız, o ödülün büyük ödül olduğunu bir şekilde topluma kabul ettirirsiniz, kendinize göre bir jüri oluşturursunuz, kendinizden bir yazara ödülü verirsiniz, o da önemli haber olur. Cumhuriyet onu seçer iki gün verir, vermek zorundadır, çünkü haberdir! Anlatabildim mi sonunda?

Bu zihniyetin baskın bulunduğu soldan sol, sanat çıkmaz, iyi sanat da çıkmaz. Okur böyle istiyor denir. Yanlış. Okuru bu hale getiren seçkinci-piyasacı kültür çizgisidir bence. O çizgi gazeteyi sattırır mı peki? Bir yere kadar. Çok da sattırmadığı ortada.





Site Meter

26 Mayıs 2010 Çarşamba

SANAT CEPHESİ MART SAYISINDA ÇIKAN YAZIM:

ABDURRAHMAN, ALEYNA VE TEKEL’DEN ÇOK ÖZNEL İZLENİMLER




“Aydınlar”ın zırt pırt imza toplamasına ve ardından kurula kurula bunları ilanına oldum olası karşıyım. Onca yıl sonra Kürt Açılımı nedeniyle yeni bir destek imza kampanyasıyla karşılaştığımızda ve ardından bizimkilerin karşı seçeneği sunan imzaları gündeme geldiğinde, tutumumu değiştirmek zorunda kaldım. İmza atmakla kalmayıp imza topladım. Sonra Tekel Direnişi başladı ve yeniden bir imza kampanyası. Ne yapalım dedim, buna da bir imza çakacağız artık. Üstelik suça daha çok sayıda başkalarını da ortak ettim. Hemen ardından bu kez Tekel için Genel Grev çağrısı imzaları!.. Yok artık, dedim kendi kendime, buna karışmam. Ne var ki Kemal Okuyan beni ikna etti. Bir imza da oraya...



İmza konusu ayrı bir hikaye de, şu “sanatçıların”ın, halkın ve emekçilerin mücadelesine aydın desteği konusunda bazı çekincelerim vardı. Sadece bir tanesi: Aydınız hadi tamam da, destek verdiğiniz halk sizi tanımıyorsa bu desteğin ne kıymeti olur, diye düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum. Edip Akbayram’ı tanır Tekel işçisi, gelip oraya bir konser verdiğinde coşku yaratır, değer karşılıklı olarak değer artırır. Bir Yaşar Kemal tanınır. Ataol Behramoğlu’nun adı, şairliği duyulmuştur... Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Bizim gibi, benim gibi, kitapları bütün ülkede birkaç bin satan ve sanırım Tekel işçilerinden tekinin bile okumadığı eserlere sahip birinin halk katındaki aydınlığının ne kıymeti bulunabilir?



Sevgili Ahmet Yıldız beni Halk TV’de Gerçek Edebiyat programına çıkardı, Ankara’da 13 Ekim’de. Güzel bir söyleşi oldu. O iş bitince dedi ki Ahmet, ben Tekel direnişine gidiyorum şimdi, Ataol Behramoğlu bugün açlık grevi nöbetinde. Hem onu ziyaret edelim, hem işçileri görelim. Gelir misin? Geleyim, dedim yarı gönüllü, yarı gönülsüz. Gittik. Eşimle ve Ahmet’le birlikte.



Çadırları, direnişçi işçileri gördük, havayı kokladık. Sonra Tek Gıda İş’in Genel sekreteri Mecit Amaç geldi. Onunla tanıştık, işçilerle sohbet ettik bir süre. Ardından açlık grevindekilerin yanına girdik özel izinle, Türk-iş genel merkezi’ne.



İşçiler ve Ataol Behramoğlu bizi çok sıcak karşıladılar beklemediğim ölçüde. Beklemediğim diyorum, çünkü bende bir de takıntılı ölçüde faydacılık karşıtlığı vardır. Siyasi veya kişisel gösterişçi bir çıkar beklentisinin zerresi bulunsa bir etkinlikte, kendim de o tip biri gibi görülürüm korkusuyla oradan kaçarım. Ta başından beri bu davanın haklılığından kuşku duymadım. Ama desteğe giden siyasilerin, aydınların yaklaşımlarında acaba hiç mi yararcılık bulunmuyordu? Behramoğlu’nun doğallığını, işçilerin candan yaklaşımını görünce bu belki mıymıntılık sayılabilecek ahlakçılık takıntısından o saniye kurtuldum. Yanlış doğru, art niyetli görülsün görülmesin, gözü karartmalı, ezilenin yanında yer almalı.



Orada Manisa’lı grubun içine düştük tesadüfen. Eşim’e de güzel sürpriz oldu, o da Manisalı’dır, ortak tanıdıkları çıktı. Abdurrahman Akyürek’i tanıdık. Kürt bir işçi. Babası 40 yıl önce gelmiş yerleşmiş, Manisa’ya. Kürtlük bilincini koruyan bir emekçi Abrurrahman, gerçi Kürt olduğunu anlamasınız konuşmasından, görünüşünden. Başka Kürt işçilerle de tanıştık. Biri Mehmet. Grevi hala sürdürenlerden. Niye Kürt Kürt deyip duruyorum, şundan. Böyle Kürt işçiler, işte on yıllardır anlatmak istediklerimizin kanlı canlı, etli kemikli örnekleriler. Sınıf bilinci, dayanışması öne çıktıkça herkes kardeş oluyor. Kürtlük meselesi en öne çıkınca sol bitiyor, solculuk bitiyor, etnik kavga kızışıyor. Tam da emperyalist-kapitalistlerin istediği, kurduğu tezgah. Böyle Kürtlerle herkes Kürt olur, onlar da en alasından Türk olur. Yeter ki kendi kavgalarını versinler. Bu memleket bizim desinler Abdurrahman gibi, kendi emeklerinin hakkını arasınlar. Emekçi düşmanlarının onlara biçtiği sahte özgürlük savaşçılığı misyonu geniş bir kesimce terk edilmediği müddetçe solun bu ülkede başarı şansı sıfırdır.



Neyse, Abdurrahman bana oradaki direnişçi işçilerin dramatik öykülerini anlattı. En ilginci kendi hikayesiydi fakat. Açlık grevinde 9. günüymüş. 7. günde bayılmış, hastaneye kaldırmışlar, bir serum yemiş, tekrar dönmüş. İlginç olan bu da değil. Kızı da yanındaydı. Aleyna. Siyah bant takmış alnına. Babasını desteklemeye gelmiş. Çünkü evde yemek yemiyormuş, babası evden uzak aç durdukça. Gel o zaman demişler, sen de gel. Grev salonunda da yemiyormuş gerçi, fakat işçilerden biri bazen ikna edip çıkarıyormuş dışarıya, lokantada az bir şey yiyormuş zoraki.



Abdurrahman ve Aleyna’yı, Sanat Cephesi’ne ana haber yapacaktım. Ertesi gün bir baktım ki, birçok gazete baş sayfadan vermiş onları, hem de fotoğraflarıyla. Haber atlatılmış olduk. Ne de olsa aylık dergiyiz.



Abdurrahman beni tanıdığını söyledi. Pek sanmıyorum, ama üstünde durmadım. Hemen ardından da hangi siyasi partiye yakın olduğumu sordu. Grupçuluktan, faydacılıktan nefret ediyorum ya, kem küm edeyim dedim, baktım olmayacak, ağzımdan zorla TKP adı çıktı. Hah dedi Abdurrahman, tam da adamıyla konuşuyorum. Burada şimdiden biz kazandık, dedi. İsteklerimizi tam alarak elde edemesek bile burada çok şey kazandık. Ama en çok siz kazandınız! Nasıl? diye sordum. Ben sosyalist falan değilim, dedi. Buradaki birçok işçi solcu bile değildi. Ama hepsi değiştiler. Buna neden sizin çalışmalarınız. Biz de sizden öğrendik, diye karşılık verdim. Halkla ne kadar temas edersek o kadar olgunlaşırız, çiğ tavırlardan, kibirden, kolaycılıktan uzaklaşırız. Önemli olan bir grubun öne çıkması değil, solun, emek bilincinin güçlenmesi. Bu bilinçle hareket etmeliyiz. Belli oluyor zaten, dedi Abdurrahman, buraya pek çok gruptan gençler geliyor. TKP’liler hemen kendilerini belli ediyor. En uyumlu, en olgun tavırları onlardan görüyoruz. Biz nelere şahit olduk. Bazen toplanıp geliyor bir grup, ellerinde bayraklar. Arkadaşlar, dışardan yanlış anlaşılıyor, istismara neden oluyor diye indirmelerini istiyoruz bayrakları. Bize küfredenler bile çıkıyor.



Ertesi gün miting için Kocatepe’ye gittik. Saat 2’de toplanıyoruz demişlerdi. Saat ikiyi geçiyordu, kimse yoktu, çok sayıda resmi polis ve panzer dışında. 2 buçuk oldu, baktık bir grup kızlı erkekli genç bir yere doğru yürüyorlar. Hah tamam, bunlar galiba eylemciler dedik, yanlarına vardık soracağız nerede toplanılıyor diye, gördük ki ellerinde telsizler, sivil polislermiş. Fakat yararlı oldular, az ilerdeki otuz kırk kişilik ilk toplanma grubuna gidiyorlarmış. Birlikte vardık TKP pankartlarının oraya, bakalım ne diyecekler diye. Olumsuz bir konuşma geçmedi bereket. Fakat bizimkilere bir şey soracağız, bir türlü göz göze gelemiyoruz, bizi de sivil sanıyorlar galiba. Eşim ve ben bir de domuz gribi olmuşuz, orada ayakta çok beklemeyelim alana daha yakın bir yerde oturalım diye aşağı yürüdük. İki vatandaş yüksek sesle aralarında konuşyorlar: “Bunların işi gücü kaos çıkartmak!” Galiba onlar da bizi sivil zannetmişler, nereden bilsinler sivil eylemci olduğumuzu. İkna edecek takadimiz yoktu, sadece geri zekalı olduklarını kendilerine tebliğ ettik. Kös kös uzaklaştılar.



Miting kortejleri görkemli şekilde alana girdi. Alper Taş’la kucaklaştık, Erkan Baş’la uzaktan selamlaştık. (O kadar grupçuluk olsun, gripiz ya!) Yüksek katılımlı bir mitingdi. Halk Evleri, ÖDP ve TKP kitlesi, Tekel ve Tek-Gıda İş işçileriyle birlikte birbirlerini kardeşçe alkışladılar, sloganlarına ortak oldular.



Bu yazıyı yazarken durum belirsizliğini koruyor. Tekel işçileri kaybetseler de bazı şeyleri kazandılar. Ama Türkiye’ye çok daha fazla şeyler kazandırdılar.





Site Meter